En iyi o türkü anlatır. Direnişi ve onları. O ezgiler o anları yaşatır. Yeniden dirilişi yaşar insan. Nerede olursa olsun...

Mesut Karataş

Kültür ki her şeyimiz…

Bizi biz yapan her şey...

Kültür… Sanat… İnsanın varoluşundan bu güne nice alın terinin, nice düşüncenin ürünü…

Kültür ki insanın rengidir. Her renk yaşamın bir yanıdır. Her renk bütünü taşır içinde…

Bir de kendi özgünlüğünü… 

Yaşam ki renkler cümbüşüdür. Özgürlük farkına varabilmektir… Hissedebilmektir… Başı dik durabilmek ve gülümseyebilmektir…

Siyah…

Beyaz…

Ve yas…

Bizlere dayatılan…

Bizi biz yapan bin yıllık çınar gibi, Kürdistan gibi renkli, verimli topraklara…

 Her bahar bu topraklarda nice umutlar biter… Dağ taş çiçek açar, nehirler özgürce akar…

Bunları görme derler…

Seç bir rengi!

Ya da ikisini.

Siyah mı beyaz mı?

Ağız dolusu gülüşler dünde kalmıştır… Coşkulu halay türküleri dünündür.

Kürde reva görülen siyah, beyaz ve yastır.

Ya da onların renkleridir seçmemiz gereken.  Ne kadar bizimdir, ne kadar hakiki? Ne söyler, ne anlatır, ne amaçlar bize dinletilenler…

Sorarak çıktılar yola…

Renkleri göstermek, sesleri duyurmak için…

Renkler ve sesler…

Hiçbir zaman yok olmadılar.

Gözler körleşti… Kulaklar sağır.

Bir haykırış, bir çığlık, bir ışık patlamasıydı

İşte bu ışık patlamasından birkaç dize… Birkaç ezgidir,

Işık parçacıklarıdır

Görülmesi gereken

Yaratılmış ama görülmek duyulmak istenmeyen bir haykırış bir tarz üzerine yazacağım

Li Merdinê, Li Bagokê

Şer devam kir şev û rokê  

Pek çoğumuz bu parçayı dinlemişizdir. Belki bu şarkıyı dinleyerek halay da çekmişizdir. Ama ne kadar bilir, ne kadar fark eder, ne kadar hissederiz bu ezgilerin anlamını…

Müzik öyle bir şeydir ki… Anlatılmak isteneni ritmiyle taşır…

Ritmin taşıdığı coşkuyu hissetmemek imkânsızdır.  O coşkuyu yaratan anlara dönelim…

Yıl 1988 günlerden 1 Nisan… Yer Bagok dağı. Bilmeyenler için söyleyelim. Bagok… Mardin’in Nusaybin ve Midyat ilçeleri arasında bir dağdır. Kürtler binlerce yıldır bu dağa sığınmışlardır. Korumuşlardır kendilerini… Bundandır kutsallığı… Bir geleneğin gereği olarak Kürdü inkar eden güçlere karşı direnen PKK savaşçıları da burayı diyar eylemişlerdir.

Türkiye metropollerinden, Kürdistan şehirlerinden kutsal topraklara akın akın gençler katılmaktadır. Çoraklaştırılmak istenen bu topraklarda umut yeşermektedir.

1988 baharı yeni umutların boy verdiği bir bahardır. Her geçen gün, sıkılan her mermi, atılan her adım, alınan her nefes duyumsanan özgürlüktür.  İşte böyle bir zamanda, bu umutları söndürmek için büyük bir operasyon başlar. Büyük bir gerilla gurubunun Bagok dağında üslendiği biliniyordur.

Hedefleri yok etmektir. Umut ve özgürlük savaşçılarıyla birlikte umut ve özgürlük de yok edilmek istenmektedir. Saldırı 1 Nisan günü başlar. Sabah saat 9’dur. Binlerce asker ve on helikopterin katıldığı saldırıda öncü güçleri gerillalar büyük bir serinkanlılıkla karşılar. Alandaki gerilla sayısı altmıştır. Yapılan planlamaya göre yirmi gerilla savunma pozisyonunda olacak diğer kırk gerillada kuşatma alanından çıkacaktır. Bu yirmi kişi içerisinde olabilmek için herkes ısrar eder ama gücün çoğunluğunun çatışmadan çıkması gerekmektedir. Mermilerin ve top atışlarının altında aceleyle bir düzenleme yapılır.

TC ordusunun ilk saldırısı büyük bir direnişle kırılır. Teknik ve sayı üstünlüğüne rağmen ilk saldırı üç gerillanın hafif yaralanmasıyla sonuçsuz geri çekilmek zorunda kalır.

Ordu güçleri sade­ce indirme yapmakla kalmamakta, havadan da saldırmaktadır. Alçak uçuş yapan helikopterler roket ve mermi yağdırmaktadır. Böylelikle gerillalar arasında panik yarat­mak, koordineyi bozmak isterler. Ordunun bu ikinci taktiğine, ARGK gerillaları muazzam bir dire­nişle karşılık verir.

Gerilla birliğinin menziline giren TC helikopterlerinden biri düşü­rülür. Bunun üzerine ordu güçleri daha bir azgınlaşır. Ve ikinci bir helikopteri daha gerillaların üzerine sürerler. Gerillanın roket atışları sonucu o da infilak ederek düşer. Çatışma şiddetlenerek devam eder.

Zaman akşama doğrudur. Gün boyu aç-susuz, yor­gun ve beraberinde de yaralıları taşıyarak savaşan ARGK birliğinde en ufak bir moralsizlik yaşanmaz. Tüm savaşçılar büyük bir azimle direnir.

Türk ordusu hava kararmadan so­nuç almak istemektedir. Tüm çaba­larına rağmen sonuç alamayınca üçüncü helikopteri de gerillaların üzerine sürer. Bu heli­kopter vurulur ve kayalıkların üzerine düşer. ARGK komutanlarından Delil (Veli YA­ŞAR) ve Kazım (Mustafa KAPLAN), düşen helikopterin üzerine hü­cum ettikleri sırada, karşı tarafta mevzilenen ordu güçlerinin ateşi sonucu şahadete ulaşırlar.

Ancak gerilla direnişi kırılamamıştır. Türk ordusu son çare olarak kim­yasal silahları devreye koyar. Bu temelde atılan kimyasal bombalarla 17 gerilla katledilir.

Bu o güne kadar PKK tarihinde yaşanan en büyük çatışmadır. Gün boyu süren bu çatış­mada 200'ün üstünde asker ölür, 3 helikopter düşü­rülür, 1 helikopter de yara alır. Operasyonun koordinatörü binbaşı düşürülen helikop­terlerden birindedir ve o da bu çatışmada ölür.

Bagok Direnişinde şehit düşen gerillaların çoğu daha yeni, baharda müca­dele saflarına katılmıştır. Kısa bir eğitim devresi geçirmişlerdir. Savaş deneyiminden yoksundurlar. Bu durumlarına rağmen kahramanca bir direniş sergileyerek şehit düşerler. Örneğin; Şehit Rojin arkadaş (Ayten TEKİN)  çok yeni olmasına rağmen çatışmada örnek bir direniş sergiler. Askeri özelliklere ve militan ruha sahip olan Rojin, sabahtan akşa­ma kadar direnerek, sanki yıllardır Kürdistan'da gerillacılık yapmış gibi büyük bir cesaretle sava­şır. 8 Mart 1988 günü İzmir'den ARGK saflarına katıl­mıştır. Kimyasal gazla şehit düşen gerillalar arasında o da vardır.

Burada yaşamını yitiren yirmi gerillayı anlatabilmek imkânsızdır. O anları da anlatmak çok zordur. Yirmi genç, yirmi yiğit insan, daha ömürlerinin baharındaki o gençler saatler süren bombardıman ve ordu gücüne rağmen direnmişler, teslim olmamışlardır. Onlar özgürlüğü baş eğmemek olarak bilenlerdir. Onlar yaşamı direnmekle, özgürlüğü direnmekle bir görenlerdir. Bundandır kimse bir adım geri atmamış tüm kuşatmalara karşı büyük bir coşkuyla ileri atılmışlardır.

Her biri bir umut dünyasıdır, Her biri bir direniş tarihi,

Baharın bir cemre vaktinde ekilen 20 tohumdur, toprağı şafağın kızılına boyayan. Dizilen bir halaya, haykıran en soylu türkülerini…

Adım adım yürüyen; karanlıktan aydınlığa, apaydın bir gökyüzüne doğru, ince sıskacık bedenlerin üstünde…

Ve kocaman gözleriyle, koca dağları sığdırmışlardır yüreklerine

Sevdaya tutuşmuşlardır bir şafak vaktinde

Sevda… Işık olur yüreklerine… Son kez kaldırırlar başlarını… Gömerler içlerine güneşin rengini… En soylu bedenlerinde… İhanetin, puştluğun, satılmışlığın tarihinde… Cesaretin en görkemlisinde… Zaferi umut ederler ve Düşerken dirilirler birer birer,

Demiri eritirler inançlarıyla, kahramanca düşerek gömülürler kalplere bu özgürlük savaşında…

Evet ama yine de eksiktir anlatılanlar. Hiçbir kelime anlatamaz bu direnişi…

En iyi o türkü anlatır

Direnişi ve onları

O ezgiler o anları yaşatır.

Yeniden dirilişi yaşar insan

Nerede olursa olsun.

Teslim olmayan bir feda kuşağının, kendini diğerleri için feda edenlerin kalp atışlarıdır o ezgide duyulan…

Bundandır her serhıldanda,

Dağ başlarındaki halaylarda aynı ezgi vardır.

Kulak verin…

Bagok’un kayalarına çarparak geliyor

Yankılanıyor sokaklarda

Ve Kürdistan’ın dört bir yanındaki dağlarda

Bîjî Bîjî Şerê me Bagokê!

Bîjî Bîjî Şerê me Bagokê!

Bu ezgi yazılalı, dile geleli yirmi yılı geçti ama hala yankılanıyor.

Evet ama sokaklarda dağlarda yankılanmayan türküler ezgiler de var. Çıktıktan sonra birkaç ayı bile doldurmadan unutulup toplum hafızalarından giden o kadar türkü şarkı var ki? Neden böyle oluyor? Kapitalizm her şeyde olduğu gibi sanatsal ürünlerini de harcamak-tüketmek gibi bir edinimi topluma dayatıyor. Bu gerçek göz önünde bulundurularak bile mevcut durum eleştirilmelidir. Neden mi çünkü her şeye inat yaşayabilenler var. Neden yaşıyorlar? Peki diğerleri niye yaşamıyor? Bu konu başlı başına yoğunlaşma ve tartışma gerektiriyor.

Unutulmayanlara bakalım ana hatlarıyla hepsinde gördüğümüz toplumun değerlerinin bir ifadesi. Toplumun kendini o ezgilerde bulması. Toplumun kutsallarının ifadesinin olması. Hatta toplum için kutsal bir değer haline gelmesi. Bunun nedeni ise toplumun gerçeğini, renklerini göstermesi, dile getirmesidir. Sadece siyah ve beyaz değil tüm renkleri gördürür, duyumsatır. Dayatılan yasa karşı, şenlik yaşamının ifadesidir. Yani toplumun özünün kendini var edebilmesinin bir yoludur. Belki de ayrı bir özelliği de pazarlanmak için yapılmamış olması. Bu konuda belki en güzel örnek modernleştirilmeye çalışılan anonim türkülerin aslının unutulmadığı, modernleştirilmeye çalışılanın ömrünün çok da uzun olmadığı.

Bagok ezgisine bakarak şunları da ekleyebiliriz. Direniş ve özgürlüğe, onura, erdeme ve insan olmaya dair yapılanlar ölümle sonuçlansa bile bu yapılanların gururla karşılanması, algılanması var. İsmi savaş ve ölüm olsa bile kutsal değerler için olması şenlik gibi karşılanmasını sağlıyor. Ve sahipleniliyor. Kutsanıyor. Peki şimdi bize toplumun bir değeri, acısının dile geliş, hoşça dile kaleme alınmış şekli diye sunulanlar ne kadar bu gerçeği ifade eder? Ne kadar şenlik ruhunu taşır? Tepkiler bize dayatılan, öğretilmeye çalışılan edinimler mi? Yoksa kendimizin mi?

Şimdi bizler her gün medyada gözümüze çarpan onca “sanat eserini” yukarıda bahsettiğimiz kıstaslara göre ele alalım ve eleştirelim. Yazdıklarımız, söylediklerimiz neden kalıcılaşmıyor? Belki arşivlerde yerini alıyor ama toplum hafızasında neden kalmıyor?

Bunu bakışımızı, duygularımızı, düşüncelerimizi eleştirerek aşabiliriz. Aslında kendimizi eğiterek aşabiliriz. Sanatçı olmanın büyük bir eğitim, büyük bir yoğunlaşma, büyük bir eleştiri eylemi olduğunu bilerek gireceğimiz eylemin sonuçlarının kalıcı ürünler yaratacağı tarihin bize anlattığıdır