Kültür & Sanat

ETİK İNSAN VE ETİK EYLEM

Bugün dinlerin siyasal düzlemde rol oynamalarına ters orantılı olarak toplumsal ahlaki rolü oynayamaması...

Dîlzar Dilok

 

Zihniyet, dil ve davranış birleşerek insan gerçeğini oluşturur. İnsan, tüm bunların bütünlüğüyle insan olarak tanımlanır. Bütünlüğün bozulmamış olması, insanı etik bir varlık kılar. Ancak bütünlük adına insanın homojen bir varlık olarak tanımlanması, insanın en büyük bozulması, yani faşizmdir. Zihniyetteki parçalanma, dildeki parçalanma, davranıştaki parçalanma ele alınarak insan bütünlüğü ve insanın etik bir varlık olarak evrendeki yeri tanımlanır. Davranışsal parçalanma zaten insanın akli muvazenesini yitirmek olarak tanımlanan bir duruma denk düşer. Dildeki parçalanma insanı en sade söylemle yalancı yapar. Zihniyetteki parçalanma, parçalanmanın en büyüğüdür. İnsanın kendini evren içinde konumlandırmasını engeller.

İnsan zihnindeki ilk parçalanmayı kimileri belki de insanın eğilip yerdeki taşı almasıyla başlatır. Ancak bütünlük de, oluşan ve zamanla tamamlanan bir oluşuma denk düşmektedir. Bir ağacın meyve vererek yeni bir tanım kazanmasını ondaki bir bozulma olarak tanımlamak evrensel muazzamlığa haksızlık olur. Tabi taşı yerden alan insanın atom bombası yaparak bunu binlerce insanın ölümüne yol açacak bir forma dönüştürmesini parçalanma olarak adlandırmak haksızlık sayılmaz. İnsanın izlediği bu yol bize olağan gelebilir. Ancak her zaman olmasa da bazen insanı başka canlılarla kıyaslayarak tespitlere gitmek gerekmektedir. Şifalı meyve veren bir ağacın kendi meyvesini otomatik bir silaha dönüştürüp öbür ağaçlara fırlatmasını hayal etmek bile mümkün değildir. Zira bu durum parçalanmanın, kendi olağan evrimsel seyrinden çıkmanın, yanlış yola sapmanın bir göstergesidir.   

İnsan zihninin parçalanması, sınıfların başlamasıyla, devlet olgusuyla, egemenlik fikrine aşina olmakla ortaya çıkmıştır. İnsan zihnindeki bu parçalanma, insanı insan yapan vazgeçilmez gerçeği, toplum olmayı ortadan kaldıran fikrin oluşmasıyla başlamıştır. Bir insanın başka bir insanı köle yapabilmesi için önce kendi zihninde efendiliği inşa etmesi gerekir. Kendi zihninde efendi inşa etmenin tek şartı, zihinde bir köle yaratmaktır. Önderliğimizin kapitalizmi derinleştirilmiş kölelik olarak tanımlaması, insanların bedenlerinin başkalarının kullanımına açık hale getirilerek ruhlarının özgür olduğuna yani işçileşmeye ikna edilmesiyle bağlantılı olarak gelişen bir sürecin sonucu olarak büyük anlam kazanmaktadır.

İnsan zihniyeti açısından kölelik, parçalanma olmaksızın mümkün olmayan bir durumdur. Bundan dolayı tüm iktidarları, tüm egemenlikleri, tüm devletleri ve tüm tahakküm sistemlerini ahlaksızlık olarak tanımlamak gerekir. İktidar olmak ahlaksızlıktır. Egemen olmak ahlaksızlıktır. Devlet olmak ahlaksızlıktır. Sınıflaşmak ahlaksızlıktır. Her biri kendi içinde efendi ve köle inşa etmektedir. Her biri kendi içinde zihniyet parçalanması yaşayarak varolmaktadır. Bundan dolayı da etik olmayı en kısa anlamıyla özgürlük olarak tanımlayabiliriz.

Etik olan özgürlükseldir. Tersi gerçeklik olarak da etik olmayanın özgürlüğünden söz edilemez.

Önder Apo insan ve toplum tanımı yaparken şu tespitleri ortaya koymaktadır.

“Toplumun zekâ yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımlanması, özgürlüğü çözümleme konusunda da aydınlatıcıdır. Zekânın yoğun olduğu alanlar, özgürlüğe hassas alanlardır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür ve akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa o kadar özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir. Yine bir toplum kendini bu zekâ, akıl ve kültür değerlerinden ne kadar yoksun kılmış veya yoksun bıraktırılmışsa o kadar köleliği yaşamaktadır demek de doğru bir söylemdir.”

Toplumda zekanın yoğunluğu, insan gerçeğinin yeni bir yaratıcı çokluğa dönüşmesiyle mümkündür. İnsanın yaratıcı çokluk olması, fiziksel olarak biraraya gelen insanların birlikte ortak bir zihniyet, ortak bir dil, ortak bir kültür yaratmalarıyla olanak dahiline girmektedir. Bir anlamıyla insanın tanrılaşması olan toplum gerçeği, insanın ahlak tanımını yaratması, etik bir varlık olarak kendini evrende yeniden konumlandırmasıdır. Bu durumda kendini kültür, akıl, zeka gücü olarak konumlandıran toplum gerçeğinin özgürlüğe daha hassas bir alan yaratması, bir anlamıyla insan varlığının verili olanı kabullenmemesiyle mümkün olmuştur. Verili olanı kabullenmeyiş, verili olanla yetinmeyiş toplumsal varlık olarak insanın kendi tanımını yeniden oluşturmasıdır. Tam da bu noktada ortaya çıkan etik, bu yeni tanımın evrenle uyumunu, evren içindeki rengini de ortaya koymaktadır.

Hayvanlar söz konusu edildiğinde hiçbir anlam ifade etmeyen ahlak konusu, neden insan gerçeğinin vazgeçilmezi haline gelmiştir? İnsan, kendi yaşamını farklılaştırdığı, bu yaşama yeni bir tanım getirdiği oranda ahlak kavramını da kendi yaşamıyla birlikte inşa etmiştir. Tam da bu noktada ahlakın kökenine farklılaşmayı koymaktayız. Farklılaşmak, çoğullaşmak ve çeşitlenmek olarak üç temel özellik sıraladığımız insanın, salt bu üç özelliğinden dolayı etik bir varlık sayılması yeterli midir? Çoğalan ve çeşitlenen birçok varlık için söz konusu olmayan etik, farklılaştığı ve bunun bilincinde olduğu için insan gerçeği için söz konusu olmaktadır.

İnsan gerçeğinde gelenek ahlaktır. Ahlak insanın yarattığı, kiminde büyük toplumsal dönüşümlere göre değiştirdiği ve kendi çağına uyarladığı, kiminde de binlerce yıla rağmen hiç değiştirmeden taşıyıp getirdiği kültürel birikimdir. Antigone’nin ölen kardeşinin cenazesini gömmek istemesi binlerce yıl önce sahneye uyarlanmış bir mitolojik anlatımdır. Sofokles’in oyununun ardından binlerce yıl geçmesine rağmen bugün Kürdistan’da kardeşinin, akrabasının, tanıdığının cenazesine katıldığı için zindana atılma cezası alan kaç insan vardır? Antigone’nin intiharı ahlaki ilkeyi yaşayamayan insanın ölü sayılacağını, ahlakı esas almayan insanın ölümden başka seçeneğinin kalmadığını anlatır. Bugün kardeşinin cenazesini gömmeyi bir yaşamsal varoluş kuralı sayan Kurdistanlı kadınların, son örnekte de görüldüğü gibi Kürdistanlı milletvekillerinin eylemi, özünde ölümle tehdit edilmeye rağmen ahlak ilkesini yaşatmanın insan için hayatiliğine işaret etmektedir.

İnsan aklının giderek kendini yeni formlarla görünür kıldığı bir gerçektir. Dil de bu formlardan sayılabilir. Büyük devrimsel bir yaratım olmakla birlikte, dilin insan üzerindeki büyük etkisine rağmen simgesel dilin yanılgı payı çok fazladır. Burdaki yanılgı payı, özünde dilin zihniyetten kopabilme esnekliğiyle doğru orantılıdır. Yani yalan söylemenin mümkün olmasıdır. Tabi giderek dilin davranıştan koptuğu, zihniyetten kendini kopardığı bir aşamaya geldik. İnsanın yaşadığı bu durum parçalanmanın derinleştiğini ve insandaki bozulmanın fazlasıyla arttığını göstermektedir.

 

 Toplumlaşarak evren içinde kendine bir yaşam formu oluşturan insanın tüm gerçekleşmeleri ve varoluş eylemleri bir zekayı koşullamaktadır. Birlikte yaşamı inşa etmenin kuralları vardır ve bu kuralları oluşturmak devrimsel süreçlerdir. Birlikte yaşam kurallarını oluşturma süreçleri her zaman zorlu, çelişkili, çatışmalı ve buhranlı süreçlerdir. Bu durum, birlikte yaşamaya karar veren halklar için geçerli olduğu kadar birlikte yaşamaya karar veren insanlar için de geçerlidir. Ve oluşturulan bu kurallar esas alınmadan yaşamın sürdürülmesi mümkün değildir. Bu kurallara çoğunda ahlak demekteyiz. Yaşamak için kendini vazgeçilmez kılan ahlak bu noktada özgürlükle arasına kopmaz bir bağ koymaktadır. Özgür yaşamak istiyorsak bunun kökenine güçlü bir ahlaki alt yapı oluşturmak zorundayız. Ama ahlaki alt yapının da başka insanlarla birlikte oluşturulduğu zaman yaşamsal olduğunu da unutmamalıyız. Bu noktada, bilinçli öğelerin birarada olduğu toplum gerçeğinden, sürü toplum düzeyine düşmek, büyük oranda ahlak yıkımıyla mümkün olduğunu kavramak da imkan dahiline girer.

Toplumların kaos yaşadığı dönemler etik kuralların değişimle yüzyüze kaldığı süreçlerdir. Doğa koşullarının, çağın düşünsel-siyasal şartlarının ya da başka gerekçelerin yaşam biçimlerini köklü değişime uğratmayı dayattığı dönemler, toplumların varlık yokluk süreci olarak karşımıza çıkar. Özünde varlık yokluk çelişkisi, insanın özgür yaşayıp yaşamama sorusuna verilecek ahlaki cevapla alakalıdır. Ahlak kuralları da değişir. Zira ahlakı korumak binlerce yıl önceki ahlak yasalarını olduğu gibi uygulamak değildir. Toplumsallaşmanın oluşmasından bugüne aynı ahlak kuralları geçerli değildir. sosyoloji kapsamında ele alındığında değişen toplumsallaşmanın değişen ahlak kuralları ortaya çıkardığını görmekteyiz. Nihayetinde ahlak da inşa edilen bir gerçekliktir. Çağlara göre değişen etik insanın çağlara göre değişiminin bir sonucu olarak şekillenmektedir.

Ahlakı salt kaba sığ kimi kurallara indirgemek de toplumsallığa, toplumun varlık yokluk düzeyinde yaşadığı binlerce yıllık sorunları aşma çabasına haksızlıktır. Örneğin hırsızlık hiçbir dinde, inançta ya da toplumsallıkta kabul görmediği, ayıplandığı söylenir. Bugün hukukun da bunu aynen esas aldığı belirtilir. Ancak elinde varoluşsal enerji ihtiyacını karşılayacak hiçbir şeyi olmayan, hiçbir şey bırakılmayan insanın nasıl yaşayacağına dair bir cevabın verilmemesi, büyük insan topluluklarının, hatta kimi halkların açlığa mahkum edilmesi esas ahlaksızlık olarak görülmez. Evrende işi olmayan hiçbir canlı yokken insan canlısının işsizliğe naçar kılınması, kapitalizmin ahlaksızlığı olarak dillendirilmez.

Bugün dinlerin siyasal düzlemde rol oynamalarına ters orantılı olarak toplumsal ahlaki rolü oynayamaması, dinlerdeki anlam yitimiyle bağlantılıdır. Hatta daha ötesi, dinsel argümanları en iyi kullananların en iyi hırsızlıklar yapabildiği Türkiye cumhuriyeti iktidarı şahsında ispatlanmıştır. Böyle bir durumda aç kalan birinin ekmek çalmasının ayıplanması, ya da bu kadar dramatize etmeden bazı örnekler verecek olursak, birinin bir günlük geçimi için bir şeyler çalmasının günlerce haber bültenlerinin ana konusu olması en büyük ahlaksızlıktır. Bir yanda devletin hukuk kılıfı altında yapılan hırsızlıklar kutsanırken, diğer yandan varolmak için bir tek öğünlük ekmek çalan insanın lanetlenmesi vardır. İkisi de hakikat olarak topluma dayatılmakta ve bu yolla toplumun özgürlüksel algıları tecavüze uğramaktadır. Bu noktada Dostovyeski kahramanı Raskalnikov’u anımsamamak mümkün değildir. Raskalnikov “Niçin bir kenti kuşatıp halkını topa tutmak daha saygın bir biçim sayılıyor, işte bunu bir türlü anlayamıyorum” diyor. Özünde hukuk da, en büyük hırsızlık ve ahlaksızlık olan iktidarı ayakta tutmanın savaşını vermektedir. İktidarların tecavüzcü, katil, hırsız özellikleri tümden görmezden gelinerek atılacak her adım bir ahlaksızlık barındırmaktadır. Bundan dolayı ahlak tanımları yapılırken girişilecek yüzeysel anlatımların oranı ancak bunu yapan kişideki ahlaki yıkımın oranını gösterebilir.

Toplumun varoluşsal kurallarının ahlak olarak şekillenmesi, özünde toplumsal zekanın ahlak olarak pratikleşmesi anlamına da gelir. Daha basit deyimle, akli muvazenesini yitirmiş birinden ahlaki davranışlar göstermesini bekleyemeyiz. Ahlak zeka işidir. Ahlaki düzeyin yüksekliği de zekanın yüksekliğiyle, toplumsallığı kavrayışla, evrenin nasıl bir gerçeklik olduğuna dair kafa yoruşla bağlantılıdır. Zekanın donduğu zamanlar, özgür yaşamın gerçekleşme olanağı en zayıf olduğu zamanlardır ve tam da bundan dolayı ahlaka en uzak anlardır. Ulaşılan düşünsel düzeyi yaşamsal olarak pratikleştiremeyen toplumlar politikleşemeyen toplumlardır. Hiçbir toplum politik duruş sergilemeden, onun gerektirdiği eylemlere girişmeden özgürleşemez.

Ahlak olarak pratikleşen toplumsal zekanın en belirgin günlük somutlaşması da politika alanıdır. Önder Apo, demokratik uygarlık manifestolarında ahlak konusunu en fazla politikayla bağlantılandırmaktadır. Yüzyılımıza gelene kadar merkezi uygarlıkların daha fazla kullandığı politika kavramının bunca iktidara, egemenliğe, imparatorluklara, faşist devletleşmelere uyarlanarak fazlasıyla kirletilmesi, bugünün özgür insanının zihniyetinde politika kavramını uzaklaştırmıştır. Bugün politikanın ahlaksızlıkla eşgörülmesi, politikanın devletçi iktidarlar elinde kullanılan bir araç olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak insan varlığının toplumsallaşarak özgür yaşam akışını oluşturmayı başarması, politikleşmesiyle, zekasını nasıl yaşayacağı sorusuna verecek cevaplar doğrultusunda işletmesiyle bağlantılıdır.

Politik olmak, yaşadığı anın dışındaki anları görebilmektir. Yaşamın yarın karşısına ne çıkaracağını düşünmek, öngörebilmek, daha uzağı görebilmek, o anları nasıl karşılayacağına dair bir kararlaşma oluşturmak, başka insanlarla o anları nasıl karşılayacağını öngörebilmek, onun kararını bugünden verebilmek, yarınını bilinçli yaşamaktır ve büyük oranda zeka gerektirir. Bunlar yapılamıyorsa, zeka bu yönlü pratikleşemiyorsa insanın özgürlüğünden bahsetmek zorlaşır.

Devletçi uygarlığın tek kanunu devletin sürekliliği olduğundan tüm ahlaki değerler bu amaç doğrultusunda tasarrufa alınmaktadır. Gerektiğinde kullanılmakta, gerektiğinde çiğnenmekte, gerektiğinde inkar edilerek toplumsal ahlaki değerler ahlaksızlık olarak adlandırılmaktadır. Devletteki hakim ulus ve inanç kendini yapılandırırken kendi dışındaki tüm toplumsal, ulusal ve inançsal birikime saldırarak, onları yok ederek kendi varlığını sürdürmektedir. Sünni türk devletinin tarihi, alevi kürtlerin yaşamsal inanç ve geleneklerini ahlaksızlık addedip hedef kitlesi üzerinde bir algı operasyonu yapmayı amaçlayan saldırılarla doludur. Bugün de bunun çağa uyarlanmış saldırıları sürmekte, geriye kalan öğeler de yok edilmeye çalışılmaktadır.

Politika ahlaktan koptuğu an özgürlükten kopuş başlamaktadır. Etik insan, politikleşmeyi özgürleşmenin temeli bilen insandır. Ahlaktan kopan politika özünde politika sayılmamakta, iktidarın pratikleşmesinin herhangi yöntemi sayılmaktadır. İnsan aklının, özgür akışının donduğu anlar özünde politikleşmenin de durduğu anlardır. Akli potansiyeldeki tıkanma böyle durumlarda potansiyeli kendine zarar vermeye dönüştürmekte, kendini zehirlemektedir. Bu durumun etikle bağlantısı, yaşanılan çağın, anlamlı yaşamın doğru sorgulanması ve çıkarılacak sonuçların bilinçli bir şekilde, doğru bir tempoyla pratikleşmesiyle sağlanmaktadır.

Özgürlük farklılaşmakla bağlantılandırıyorsak, buna paralel ahlaki tanımı nasıl yapabiliriz? Bir insanın varlık sorununu ortadan kaldırmak için konuşması, çalışması, savaşması, tabi bunları toplumsal varlık sorunu olarak yaşadığının bilincine varması, o insanı özgür insan olmaya yaklaştırır. Bireysel savaşların belli bir varlık inşa etmek kadar toplumsallıkla bütünleştiği oranda anlam kazanacağı ve özgürlük yaratacağı gerçeği de bununla bağlantılıdır. Ahlak konusunda bütünlük önemlidir. Toplumsallıkla, özgür toplumsallıkla anlam kazanabilen ahlak konusunu, etik ve vicdan konularını küçük dar kişisel eylemlere indirgemek, bir insanın kendini gerçekleştirmesi için belli bir anlam taşıyorsa da, o insanın toplumsallığı için fazla bir anlam ifade etmeyecektir.

Vicdan konusu bu çerçevede ele alınabilecek bir konudur. Afrin’de binden fazla insanı katleden AKP iktidarı, kendi ahlaksızlığını gizlemek için neler yapmıştır? Yakın döneme denk getirerek işkence edilen hayvan görüntülerini halka sunarak ne yapmak istemektedir? Binlerce insanın katledilişine roket imzalayarak katılan bir topluluğun yaşadığı ahlaki durum içler acısıdır. Türkiye’de kadın belediye başkanları faşist tc ordusunun Afrin’de kullandığı roketleri imzaladı. Afrin’deki katliamı kutsadı. Toplum, bu ahlaksızlığı kabullenebilecek bir düzeye getirildi, buna hazırlandı. Toplum mutlak ahlaksızlığı kaldıramaz. Oluşumu itibariyle toplum ahlaktan tümden kopamaz. Ancak tam da böyle zamanlarda hayvanların dahi buna alet edilmesi, yapay gündemler inşa ederek insanların vicdanlarını hayvanlara acıma şeklinde somutlaşmasını sağlayan iktidar aklı, özünde daha büyük ahlaksızlıkları yaratmaktadır. Vicdan kavramı bu durumda anlamını yitiren bir propaganda aracına dönüşmektedir. Çünkü vicdan da, inşa edilen bir kavramdır. Toplumsal bir alanda ifade bulmuyorsa tekil ifadesi pek anlam taşımamaktadır. Binlerce insanın katledildiği, toplumsallığının zayıflatıldığı, soykırımın yaşatıldığı bir döneme seyirci olan toplumun iyi bir ahlaki düzey yaşadığını söylemek zordur. Böyle durumda bir kişinin attığı küçük adımların, yaşanan ahlaki çöküşü gidermedeki payı çok azdır.

Ahlak konusu ele alındığında, zihniyet kadar önem verilmesi gereken bir konu da dil olmaktadır. Analitik akıl insanın tüm diğer canlılardan farklı bir zekaya evrildiğinin göstergesidir. Güzelliği de, çirkinliği de, özgürlüğe kapı aralaması kadar özgürlük kapılarını tümden kapatabilmesindedir. Analitik aklın duygusal akıldan koptuğu an, insanın özgürlükten koptuğu andır. Analitik aklın bir sonucu olarak simgesel dilin gelişmesi de bu tehlikenin en hassas olduğu aralıktır.

Dil, insan bütünlüğünün önemli aşamalarından biri olma vasfına, toplumsal zekayla paralelliğinden dolayı ulaşmıştır. Toplumsal zekanın, birarada yaşayan insanların varolmasının bir şartı, bir gelişim aşaması olarak ortaya çıkan dil, zekanın başka bir form kazanması anlamına da gelmektedir. Çünkü tarihsel toplum birikimlerinin dil yoluyla form kazanması ve yeni kuşaklara aktarılması insanın bilinçli ve özgür yaşamasını mümkün kılmıştır. Bu durum, dilin insan zihniyetinin gelişmesinde büyük roller oynamasını sağlamıştır. Dil bundan dolayı belki de kültürün bir öğesi olarak sayılmaktan daha büyük bir anlam taşımaktadır. Aynı rol önemine bağlı olarak dil konusunda insan gelişiminin dışında bir seyrin başlaması, insanı oluşturan bütünlüğün buradan başlayarak parçalanması insan bütünlüğüne büyük zararlar verecektir. Bunu sade söylemle şöyle ifade edebiliriz. Zihniyetle paralelliğini yitiren dil, insanı bütünlükten koparır, yani ahlaksızlaştırır. Akıl, yürek ve dil arasında açılacak mesafe insanın özgürlükten uzaklaştığı mesafedir.

Merkezi uygarlığın gelişimi ile insanın ahlaktan kopuşu aynı orantıda ortaya çıkmıştır. Eğer merkezi uygarlığın ortaya çıkmasında hem zorun, hem de hile ve yalanın rol oynadığını kabul ediyorsak, dilin merkezi uygarlığın gelişmesinde önemli bir rol üstlendiğini kabul etmiş oluruz. Yalan, insanın özgürlükten uzaklaşmasının temel göstergesidir. İnsandan doğan bir şeyin insanın doğasından başka bir şey ifade etmesi de diyebiliriz. Bilinçli yalanın insan doğasına verdiği zarar kadar bilinçli olmayan yalanın verdiği zarar da insan bütünlüğü için hassas bir konudur. Çünkü insanın kendi özünü tanımaması, özüne yabancılaşması denen şey, tam da bilinçsiz yalanlarla somutlaşan bir konu olmaktadır.

Önder Apo’nun “Anlamın ve hissin yaşattığı insan en büyük insandır.” sözü her zamankinden daha fazla gerçeğimiz oluyor. Hissiyat bittiği an anlam ortadan kalkıyor ve insan küçük insan oluyor. Büyümeme denilen şey hissiyatın zayıflamasıyla ve giderek anlamın yitirilmesinden kaynağını alıyor. Etik, insanın hissetmesidir. Hissin ve anlamın yaşamı inşa etmesidir. Bir insanın yaşamında anlamda zayıflama varsa o insan ahlaki çöküntü yaşamakta, giderek mutsuzlaşmakta ve giderek insan olma vasıflarından uzaklaşmaktadır.

Ahlaki yıkımın insanın toplumsal demokratik birikimlerini sel gibi vurması aslında erkek aklın, egemenlikli zihniyetin tüm toplum üzerinde bir baskı mekanizması oluşturmasıyla bağlantılıdır. Tarihe baktığımızda kadına yönelik saldırıların geliştirildiği oranda toplum üzerine saldırıların arttığını görmekteyiz. Güncel olarak da bu durum gerçekliğini korumaktadır. Kadının metalaştırılması olarak tanımladığımız durum, özünde insan bütünlüğünün parçalanması, bir kesimin nesneleştirilerek ötekileştirilmesi ve giderek tüm toplumsal kesimlerin o forma sıkıştırılarak nesneleştirilip yönetilecek hale getirilmesidir. Tüm bunlar, zihniyetteki yarılmanın sonucudur. Bu yarılma giderek büyümüş ve birçok toplumsal kesim, birçok ulus, inanç grubu bu yarıklara yerleştirilmiştir. Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, zihniyetteki yarılmanın özünde insan bütünlüğünden kopuş olduğunu, ahlakdışılıkla mümkün olduğu kadar ahlakdışılığı yarattığını söylemek zor değildir.

Kadına yönelik uygulamalar, bugünkü insanlığın büyük imtihanıdır. Kadının köleliği, ikincilliği, nesneliği ortadan kalkmadan hiçbir toplum-sınıf-halk-ülke vs bireyinin kendini ahlaklı, özgür sayması mümkün değildir. Biyolojik olarak dahi ele alınsa, insanın onu yaratana yönelik içine girdiği durum tam bir ahlaksızlık durumudur. Bir insanı değerlendirmenin belki de en sade yolu, o insanın anasıyla olan ilişkisine bakmaktır. O insanın analık kavramına yaklaşımına bakmaktır. Kadının ev kölesi haline getirilmesi, cinsel köle haline getirilmesi, emeğinin değerinin bilinmemesine rağmen kadın emeğinin sınırsız sömürülmesi ve kadının hayatın her alanında metalaştırılması, tüm metaların da kadınsılaştırılarak sunulması sistemin dayattığı tüm ahlaksızlıkların kaynağıdır. Böyle yaşayan birinin etik insan olmasını beklemek büyük hayaldir.

Jineolojinin üzerinde önemli duracağı konulardan biri olan etik konusu özünde yaşamın özgür yaşanmasının bir koşuludur. Kadının yaşam sorumluluğuyla bağlantılı olarak etik ve estetik konularda da düşünce üretmek ve davranışı yaratmak gerekmektedir. Yaşamın güzelleştirilmesi ahlakla-etikle kökten bağlantılıdır. Bunda kadının çocukla bağından dolayı insan yetiştirmedeki rolü de önemlidir.

Her şeye rağmen tüm mücadele alanlarında uygulanacak yöntemler ahlak ve politikaya bağlanmalı, ahlaki ve politik toplumu inşayı hedeflemesi gerekir. Ahlaktan kopan bir düşünce biçimi insanı kendi fikrine karşıt hale getirir. Çünkü etik olmayanın özgürlüğünden, evrenselliğinden söz edemeyiz.

Bir yerde toplum varsa orda aklın yoğunlaştığı kadar bu akılla bağlantılı olarak bu aklın somutlaştığını, yaşamla bağ kurduğunu ve kültürleştiğini belirtebiliriz. Ancak toplumlar giderek ahlaktan yoksun kılınmakta, uzaklaşmaktadır. Bunun nedenleri üzerinde gerekli ve yeterli düzeyde durulmadığı için çözüm de geliştirilmemektedir. Ahlaki kurumlar, bilimciliğin ezici saldırıları altında büyük değer ve anlam yitimi yaşamışlardır. Bundan dolayı bu sorunun çözümünü de bilimsel kurumlardan beklemek büyük yanılgıdır. Ahlaktan uzaklaşmanın toplumları yok edeceğine dair söylenceler mitoloji kapsamında da çok anlatılmaktadır. Lut kavminin başına gelenler buna bir örnektir. Bugün dünya insanlığının ve sistemlerin içinde oldukları krizi, ahlaktan kopuşun yarattığı bunalımlar olarak adlandırmak yerinde olur.

Toplum, ahlaki olmayanı ahlaki düzeye çekerek, ahlak karşıtlığını-ahlaksızlığı da cezalandırarak, dışlayarak, öteleyerek, ortadan kaldırarak ve dönüştürmenin çeşitli yöntemlerini bularak toplum oldu. Tanrısal denilen şeylerin kökeninde büyük ahlakilik varken, lanetlenenlerin kökeninde de büyük ahlak dışılıklar vardır.

Ahlakı, kavram olarak tanımlamayı bir çağa sıkıştırmak da mümkün değildir. İnsanın toplumsallaşmasıyla bağlantılı olarak tanımlandığından dolayı çağlara, değişen kültürel birikimlere ve ortaya çıkan yeni toplumsal değerlere göre değişen yaşam kuralları vardır. Bunlar inkar edilmeyecek düzeyde yaşamsaldır. Ancak ahlak salt çağla sınırlandırılabileek bir kavram da değildir. Büyük toplumsal dönüşümler büyük tarihsel değişimlerle mümkün olduğundan ahlak kavramı da bu büyük tarihsel değişimlere bağlı olarak değişim arzetmektedir.

Etik konusu sosyolojinin alanlarından biri olduğundan etik konusunun da bilim kapsamında ele alınması da bir gerekliliktir. Ancak etik konusu tümden bilimin insafına bırakılacak bir konu değildir. Dinin ahlakiliği artık önemini yitirmiştir. Hiçbir dini müeyyide toplumları ahlaki yaşama yönlendirememekte, hatta tam tersi bir ahlaki çöküntünün önünü açmaktadır. DAİŞ bunun dünyevileşmiş çarpıcı organizasyonudur.

Günümüzde etik konusuna dair çok değerlendirme yapılmasının nedeni, ahlak olgusunun merkezi uygarlık güçlerinin ağır kültürel bombardımanı altında kalması ve ahlaksız yaşanmayacağının bilincindeki insan gerçeğinin verili olandar kurtulmanın yöntemlerini aramasıdır. Özgürlük eğilimi, insanda, herşeye rağmen etik bir yaşam inşaya yönelişi getirir.

 

Etik konusu genel olduğu kadar özel bir anlamda da insanı ilgilendirmektedir. Özgürlükle bağlantısı, etik konusunun insan için varoluşsal olmasındandır. Çünkü insan, sürekli kendini inşa ettiği kadar, sürekli yeni inşalar aradığı oranda özgür olabilen bir varlıktır.

İnsanın kendinden kaçışı ile kendine doğru koşması aynı anda yaşanabilir. Bazen kendini arayan insanın yapacağı ilk şey, içinde bulunduğu ve kendine dayatılan varoluş formundan kaçması olur. bundan dolayı arayışın başladığı yerde kaçış eylemi de ortaya çıkar. Verili olanla kastedilen insanın varoluşsal gerçeğinin arı bir şekilde korunmamış olması gerçeğiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan, inşa edilmiş toplumsal gerçekliktir. İnşa edilen toplumsal gerçekliğin uygarlıksal etkilerle birlikte kendisi olmaktan çıkması insanı ahlaktan uzaklaştıran temel bir yapılanmaya götürmüştür. Bunun farkına varış, insanın ahlaktan uzaklık mesafesini görmesiyle mümkün olmuştur. bu inşa gerçeği öyle bir gerçektir ki, kabullenilmezliğine rağmen kendini sistemleştirip var kılmayı, zor öğesiyle birlikte varoluşunu garantileyen bir yaşam formu oluşturur. Bunun farkına varış, bunun az da olsa dışına çıkmakla, dahası bu gerçekliğe gerçekliğin etkisinden kurtularak bakmakla mümkündür.

Kürt insanı söz konusu olduğunda kendinden uzaklaşma tanımı birçok farklı öğeyi, etkiyi, baskıyı ve kendini kabul ettirmiş hegemonya etkisini barındırır. Soykırımın, tek tek insanlarda gerçekleşmiş sonuçlarını anlatır. Yarım kalmak, parçalanmış olmak, kendi toplumundan uzaklaşmak, kendisiyle çelişmekle başlayan ve farkına varmadan kendi gerçeğinin düşmanı olmaya kadar giden insani bozulmaların yıkıcı etkisine maruz kalmak, hepsi Kürdün kendinden uzaklaşmasıyla bağlantılı olarak dile getirilebilecek başlıklardır. Önderliğimizin kendisi için  “Kürtlükten kaçış ve tersine Kürtlüğe yöneliş” olarak tanımladığı ve ikili yan dediği durum tespiti, genel Kürt insanı sözkonusu olduğunda ikililiklerin paramparça olduğu bir çok parçalılığı yansıtmaktadır. İçinde kendi özünden, varoluşsal gerçeğinden kaçmayı da barındıran bir kaçış her zaman sözkonusudur. Varolmanın kendini inkarla koşullandığı soykırımın ortaya çıkardığı insan gerçeği, büyük oranda etik değerlerden kopmuş insan gerçeğini anlatmaktadır. Farkındalığı büyük özgürlük eğilimi olarak görmek gerekir. Çünkü farkındalık, dayatılan soykırım sistemini görmek ve kendini bunun dışında ele almaya yönelmekle gelişir.

Böyle bir durumda ahlaklı insan olmanın şartı, toplumsal olgulara bağlanmaktır. Toplumsal hiçbir olguya bağlanmayan insanın, hele hele soykırım çemberindeki bir toplumun üyesiyle, böyle bir insanın ahlakından söz etmek mümkün değildir. Toplumuzun içinde bulunduğu soykırım cenderesindeki her an kıyımla yüzyüze olan yaşamsal, hissiyat, kültürel gerçeklik, bu gerçekliğe rağmen özgür yaşamayı hayal dahi ettiremeyecek düzeydedir. Böyle bir durumda özgür yaşamayı hayal etmek ancak yanılgı olabilir. yani insanın kendine yalan söylemesi. Özünde ahlaktan uzaklaşmak olan yalan söyleme eylemi, en büyük zararı, insanın yalanı kendine yönelttiğinde vermeye başlar. Bu kendini kandırma halinden, kendine yalan söyleme ve kendini yanıltma halinden ancak tüm eylemlerin, düşünce ve davranışların toplumsal özgürlüğü sağlayarak, özgür kültürel bir yaşam zemini kurarak kurtulunabilir. Kürtlerin içinde bulunduğu durum, her şeyden önce kaçıp kurtulmak gereken bir durumdur. Soykırımdır. Soykırımla yaşanabilir mi? Soykırım deyince dünya insanlığının aklına Yahudilerin konulduğu toplama kampları gelir. Düşünelim ki bu toplama kamplarında bir ömür boyu kalınabilir mi? Bir ömür boyu, ne zaman yakılmak üzere götürüleceği beklenebilir mi? Bir ömür boyu ne zaman kurşuna dizileceği beklenebilir mi? Tabi ki soykırım, bir ömür boyu kendisi olamayan insanın karşı karşıya kaldığı, tüm anların ölümle örüldüğü bir uzun süreye yayılmış ölme halidir. Bu süreğen ölme halinden kurtulmak, soykırım çemberini kırmakla mümkündür. Kürtler şahsında da, dayatılan kendisi olamayışa, kendisi için varolma gerçeğinden uzaklaşmaya ve başka varlıkları mümkün kılan malzeme oluşlara dur demekle mümkündür. Kürtler olarak, yaşamak için önce bize yaşam diye dayatılan ölme biçimlerini reddetmek zorundayız. Etik ilke budur.

Kürtler için etik insan olmanın ilk şartı, yaşamaya karar vermişsek, bize dayatılan süreğen ölme biçimini reddetmektir. Tabi ki bu reddedişin büyük karşılığı vardır. Kiminde can, kiminde kan, kiminde herhangi yaşamsal öğelerden feragat ediş, kiminde duygulardan ve arzulardan feragat etmeyi bir olağan yaşam tarzı haline getirmektir karşılığı. Kürtlerin bugünde tek bir an olsun ahlaklı-onurlu yaşamalarının tek şartı, bir asırdır yaşadıkları kültürel soykırım karşısında yüzyıla bedel bir mücadele vermeyi göze almaktır. 

Adil olmayan yaşam özgür olamaz. Politik olmayan yaşam özgür olamaz. Toplumsal olmayan yaşam özgür olamaz.... Özgür olmayan yaşam da etik olamaz. Özgürlüğün vazgeçilmez şartıdır etik insan olmak. Kürt bireyinde bu daha da yakıcıdır. Çünkü Kürtler, özgürlüklerin her an büyük ve süreğen öldürmelerle yokedildiği bir toplumsal saldırı altındadırlar. Ve bu saldırı altındayken her bir an özgür yaşam anına çevrilebilir. Yapılması gereken tek şey, tüm anları toplumsallaşmanın, varolmanın, politikleşmenin ve kendi çağını aşmanın eylemleriyle doldurmaktır.

Eğer sınıflaşmanın, şehirleşmenin ve iktidarlaşmanın baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlıksal yaşam tarzlarına itiraz etmiyorsak, buna karşı çıkmıyor ve buna alternatif özgür toplumsal yaşam koşulları oluşturmuyorsak, özgür yaşamdan, adaletten ve toplumsallıktan sözedemeyiz. Böyle bir durumda ahlaktan söz etmek zaten hiçbir anlam ifade etmez.

Etik insan olmanın şartlarından biri de kadın tanımını doğru yapmak, kapitalist modernitenin baskılarından sıyrılarak çağın özgür toplumsallık mücadelesini doğru verebilmek, bilimsel, felsefi ve etik-estetik bir yaklaşım göstermektir. Kadının kendini bu doğrultuda yaratması kadar erkeğin de bu çerçevede kadın gerçeğini ele alması ve kadınla ilişkilenmesi gerekmektedir. Uygarlığın yıkıcı etkisi altında nesneleştirilerek dinci, bilimci, milliyetçi tüm iktidarların tasarrufuna alınan kadın gerçeğinin bu nesne konumundan çıkarılması, kadının bu anlamda kendini özgürleştirmesi etik insan olmanın temel şartlarındandır. Kapitalist modernitenin eziciliği altında kalan kadın kimliği özgürleşmeden, demokratik modernitenin gerçekleşeceğini beklemek büyük yanılgıdır. Kapitalist modernitenin insan-toplum karşıtı saldırılarından korunmanın ve krizinden çıkmanın tek yolu etik konusunda önemli bir görüş sahibi olan sosyal bilimin ışığında özgürlük mücadelesini ve yeni toplumsal inşaları gerçekleştirmektir.

Demokratik modernitenin başarısı yaşanan çağ bunalımından çıkışın, ne kadar politik, entelektüel ve etik olarak yapıldığıyla bağlantılıdır. Ahlaklı özgür yaşam için savaşmak büyük önemdedir ancak salt savaşlarda kazanılacak başarılar ahlaken çökmüş toplumlar için zaferin garantisi olmaya yetmeyecektir. Demokratik modernite yaşamını inşa etmek kadının özgürleşmesi, özgür yaşam zihniyetini derinliğine yaşayarak bunu somutlaştırması, bu doğrultuda tüm toplumsal alanlarda yaşamsal bir düzey kazanması ile mümkündür. Bunun gerçekleşmesi de sürekli bir etik estetik yaklaşımla, yaşamın felsefi ve bilimsel temellerinin güçlü oluşturulmasıyla, örgütlenmesiyle ve yaygınlaştırılmasıyla, demokratik ulus zihniyetinin kurumlaşmasıyla mümkündür.

“İster içeride ister dışarıda, ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun, insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, farklılık içinde eşit ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, dolayısıyla hastalıklıdır. Yaşamın doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.”