Kültür & Sanat

İnsanın Hafızası ve Anlam Dünyası

Zihinsel aktivitemiz kuantum işleyişinde çalışabiliyorsa, sistemin bombardımanına yenik düşmemişse...

Medya DOZ

Kültür derken kafamızda nasıl bir kodlama ile karşılaşırız? Aklımıza ne gelir, nasıl şifrelenmiştir beyin kıvrımlarımızda kültür? Kültüre bir tanım bulmak sanıldığı kadar kolay değilmiş, her şeyden önce algımızın statik değil, dinamik olması şartmış. Çünkü kültür mekanik değil kuantumiktir. Dinamik bir karakter sahibi olan ve insanlığın yaşını ortaya koyan, insan eylemlerinin bütünü olan kültürün canlı bir mekanizma olduğunu çözmek hayata daha farklı bakmamıza ve anlamlı eylem sahibi olmaya yönelmemize vesiledir. Kültürün geçirgen ve öze işleyen özellikleri var. İnsanlığın tarihi ve kimliğini ifade eden kültürün Kürtçe karşılığı olan çand-çandinî kelimeleri tamda insanın meramını anlatacak cinsten sözlerdir. Çandinî ekmeyi, ziraatı anlatan bir söz oluyor. Bu da bizi tarihin başına kadar götürebilecek bir veri oluyor. Çand kelimesi belki de ana tanrıçaların dilinde en değerli söz oluyor, böylece dilimizdeki bazı kelimelerin milyonlarca yıl öncesinin izini taşıdığını daha iyi anlıyoruz. Neolotik devriminin bir tarım devrimi olduğunu hatırlıyoruz. Ve anlıyoruz ki kültür evrensel değerlerin bileşkesi ve insanın hafızasıdır.

Kültür insan yaratımı olan, insanlığın duygu ve akıl süzgecinden geçen en büyük mirastır. Kültür insanın birinci doğadan faydalanarak oluşturup ikinci doğaya, yani toplumsal doğaya kattığı estetik değerler yekûnudur. Zira birinci doğada yerini alan dünyalar güzeli kuşların muazzam güzel bir sesi vardır ama müzik yapmak insanın, yani ikinci doğanın işidir. Öyle bir şey ki birinci doğa bütün gerçekliği kendi içinde yaşar ama dillendiremez, bunu kültürleşmeyle başaran hem kendisine hem de birinci doğanın lal diline ses olan insandır. İç içe geçen doğaların ifadesidir kültürleşme. Varlık sebebimizi tartışmıyoruz çünkü varız, var olmamız gerektiği için varız ama varlığımızın sahip olduğu özellikleri, özelliklerimizin ortaya çıkardığı eylemleri, eylemin doğurduğu kültürleşmeyi sonsuz bir uzamda hafızayla anımsıyoruz.

Kültür insan elinin değmesiyle anlamlaşan, insan eliyle yaratılmış olan her şeydir. İnsanlığın hafızası ve toplumsal edimlerinin toplamıdır. Bu anlamda toplumsallaşma olmadan kültür olmaz. Kültür insanın kendisinden doğaya kattığı her şeydir. Kültür insanla her yere taşınabilir, değişir ve değiştirebilir olandır. İnsan tarihinin ilk hali, en saf hali, en cesur hali, en deneyimci hali insanın ilk kültürleşme devrimi olan neolitikte, yani kadın emeğinin devrimi olan kültürleşmede gizlidir ve bu insanlığın ortak hafızasıdır. Neolitik birinci doğadan öğrenme mütevazılığını hiç inkâr etmeyen insan özüne yakışan kültürdür. Yağmurdan, rüzgârdan, yılandan, kuştan öğrenme kültürüdür. Asil ve cömert olması da bu gerçekliğe sadık kalmasından kaynaklıdır.

Zihinsel aktivitemiz kuantum işleyişinde çalışabiliyorsa, sistemin bombardımanına yenik düşmemişse konuya daha geniş ufuklardan bakabilir tarihin oluşum evrelerinde yol alabiliriz. İşte o zaman daha iyi anlayacağız ki kültür bir mekâna ve zamana sıkıştırılabilecek bir şey değil ama asla zamansız ve mekânız da değildir. Kültür olgusu değerlendirildiğinde önemli olan noktalardan biri de kültür değerlerinin ilkleri konusudur. Örneğin “köy kimin kültürüdür” denildiğinde, “nerede köy varsa, köy onların kültürüdür” denilemez. Köyün oluştuğu mekân ve zamana vurgu yapılmalıdır. “Tarım kimin kültürüdür” denildiğinde, “nerede tarım yapılıyorsa, tarım onların kültürüdür” denilemez. Tarım ilk nerede çıkmışsa oranın ve onların kültürüdür, onlar dediklerimiz kadınlardır, orası ise Mezopotamya’dır. İlk buğdayı avuçlayan ellerin hürmetine “ilklerin” özelliğini unutmadan yaşamak önemlidir ve tarihe saygının gereğidir. Toplumsal değişim bir anlamda kültürel değişimdir. Bunun tersi de doğrudur. Kültür insan ürünüdür, yani insani bir yaratımdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Kültürün derin köklerini anımsamadan atılacak her adım yanılgı içerir çünkü tarihselliğe dayanmayan yaratımlar güncel ihtiyacı karşılayamaz. Bu şu anlama gelir, kültür ihtiyaçtan doğar. Günümüzde gösteri ve reklamı yapılan çok şeyin insana faydası dokunmaz, tersine tüketimi tetikler. Oysa gerçek kültürel değerler toplumun ihtiyacını karşılama ve yarar sağlamaya dayalı üretilir, gelişir.        

Kültür toplumsal formumuzu belirleyen, insan olmamıza dair derin hafızanın adıdır. Duygu ve zihnimizi şekillendiren en yaşamsal ve eylemsel gerçektir. Aklımızın somutlaştığı, maneviyatımızın somutlaştığı, bütün eylemlerimizin ifade bulduğu değerler dünyasıdır kültür.

Eğer bugün nefes alıp verebiliyorsak bunu neolitik kültür devrimine borçluyuz. İnsanın olağanüstü bütün özelliklerini şekillendiren, kültürleşen bugünkü yaşamın prototipini yaratan ana kadının yurdunda insanlaştık ve insan olduğumuz için kültürleştik, bu bizim toplumsal diyalektiğimizin ta kendisi oluyor. Kendine anlam katmasını bilen ve anlam yaratan varlık olmanın biricikliğini tarihsel kültür sayesinde yaşıyoruz. Anlam yaratan tanrıçasal güç insanda vuku bulduğu için kültler sonsuzlaşır, yayılır ve herkesin olur. Tanrıçasallık hiçbir zaman yok olmak istemez, bu yüzden yılmadan yaratım sahibi olur. Kendini tanımlamak ve çoğalmak için kültürleşen insan, suretinde kutsallığı taşır. İçinde fikir olan hiçbir şey bitmek istemez, çünkü düş yeteneği yaşamın gayesini ifade eder. İnsandaki kök hücrenin en temel özelliği sonsuzluk peşinde olmasıdır. Kültürel doğamızın ısrarı bundan kaynaklanıyor, kendini kültürel olarak çoğaltmayan insan anlamsal olarak tükeneceğini biliyor. Diğer canlılardan farkımızın dilde, zekâda, ahlakta, kültürleşmede olduğunu bilmek bize yetmiyor. İnsan bir de anlamlaşmak istiyor, bu da insanın kutsallık arayışını ifade ediyor.

Bu arayış insanı tarihin başına kadar taşıyor, tarihi hissetmeden, canlılığını sezmeden insanın karakterini çözmek zor bir iş gibi görünüyor. On binlerce yıl öncesini hissetmek ve bütün hücrelerinde tarihi duyumsamak vefa borcumuzdur. Bugün elimizde taşıdığımız sepetin nasıl oluştuğunu, ilk halinin nasıl olduğunu bilmeden eşyanın özüne damlayan insansı anlamı çözemeyiz. Kadının zihinsel örgüsü bütün insanlığın düşünme ve eyleme becerisine dönüşünce insanın mükemmel işleyen doğası farkını da ortaya koymuş oluyor. Fikir ve zikrin birleşme noktasında insan doğanın harikası olarak özgünlüğünü ortaya koymuş oluyor. Deneyimlerin toplamı olan toplumsallık, milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesi pahasına bugün bu kadar görkemli yaşayabiliyoruz. Bugün hala yaşamımızı taşı eline alan ilk insana borçluyuz diyemiyorsak tarihi bilincimizde bir sorun var demektir.

Tarihin derinliklerinde yerini alan ilk mucitleri anarken çoğunlukla ilkel ya da barbar denir ama unutmamak gerekir ki bugün bile kullandığımız aletlerin % 90’nı ilkel ya da barbar diye anılan dönemlere aittir. Aslında bilmek gerekir ki eski insanlar kendi dönemlerinin çağdaşları ve uygarlarıydı. Günümüzde bizim olamadığımız kadar uygar ve çağlarının çağdaşları oldukları kesindir. Bunca deneyim ve birikime rağmen şimdiki zamanlarda bu kadar sabit fikirli, tutucu ve ketum olmamız yaratıcılığımıza devlet ve iktidar gemlerinin vurulmasından kaynaklıdır. Bu anlamda doğal toplum insanı bizden daha yaratıcı ve özgürdüler diyebiliriz. Onlar bizim gibi egemenlikli kültürel dayatmalar tanımadı, çok uzun yıllar özgür yaşadı, karmaşalarda kendi kültürlerini kaybetmedi. Ya bizler… Biz ve onlar, dün ve bugün kıyaslamasına gitmemiz bile ne kadar parçalandığımızın göstergesi oluyor kanımca.

Gerçekçi yaklaşır ve kapitalist modernitenin zihinsel kalıplarından biraz uzak düşünmeyi başarabilirsek göreceğiz ki biz kendimizden öncekilerin bıraktığı mirasa çok fazla bir şey eklemiş sayılmayız. Ama ısrarla içinde yaşadığımız çağın tanrıları geçmişi inkâr edip her şeyi devşirerek kendimize mal etme bireyciliğini, daha doğrusu hastalığını yaymaya çalışıyor. Fakat bilinmelidir ki insan, geçmişi olmadan bir hiçtir, çünkü insan geçmişi ve toplumsallığıyla insandır. Bu anlamda neolitik kültür kendinde evrensel özellikleri öldürmeyen insanın zihinsel devrimidir. Yine insan vicdanının sesi o tarihsel kültürleşmede saklıdır dersek abartmış sayılmayacak, hatta yeterince hakkını vermemiş bile olacağız. İnsanın ilk kültürleşme evresine tanrıça kültürü evresi demek belki de daha yerinde bir gerçekliği ifade edecektir.

Annemiz bize çok şey öğretir diye biz annemizi kutsal görürüz, öyle düşünün ki neolitik kültür de bütün insanlığın annesi gibidir. Biz insanlar tarım kültürüne tarihsel anamız ya da gerçek hafızamız dersek hiç de yanılmış sayılmayız. Oysa şimdilerde kapitalist sistem onca yaşanmışlığı inkâr etmemizi buyurur, bununla da yetinmeyip her birimizi emeksiz miras yiyiciler yapmaya çalışır. Unutmamak gerek ki üretmeyen insan geçmişini yiyerek yaşar ki bu gerçek anlamda yaşamak değildir. Geçmişini inkâra yönelen ilk başta kendini inkâr eder. Zaten ilk ayrılma ve tarihsel yarılma da böyle başlar, her şeyin ikiye bölündüğü, karşıtını doğurduğu zamana doğru geldikçe, insanlığın bir tarafı devletçi hırsızlıkla, bir tarafı komünal toplum değerleriyle, bir tarafı tanrıça kültürü, bir tarafı tanrı kültürüyle sarmalanır. Bir tarafta hiç yitmeyen doğruluk ve hakikat algısı, diğer tarafta yalan dolan erkek kültürü baş gösterir. Barbar iktidarcıların insanlık uygarlığına saldırı ve istilası büyük zihinsel bölüşmenin yaşandığı zamana tekabül eder.