Alışılmış olan iç dillerden, egemen ulus eksenli algılardan ve minimalize olmuş oryantalist düşünce ...
Ada Toprak
İnsanın zihinlerinde adlara dair oluşan çağrışımlar genel itibariyle kültürle ilgilidir. Geleneğin gücü de diyebileceğimiz bu durumun yanı sıra insanın yetişkinlik zamanlarına kadar oluşturduğu zihniyet yapılanması da kavramlarla insanın ilişkisini, algı ve anlam dünyasını oluşturur. Kavramların zihinlerde yarattığı duygular, bu duygu yaratımlarının form kazanmış ya da şekillere dönüşmüş hali ya da uyandırdığı kavramsal dizin kişiyi tarif eder. Karakter de böyle oluşur. Şahsın şahsiyet kazanması da budur. Ve insanı oluşturan bu öğelerin bütünlüğü insanın evrenle uyumunun da ifadesi olmaktadır. Uyum ve bütünlük olduğu kadar insanın diğer insanlarla, kendi toplumuyla ve evrenin tüm diğer öğeleriyle ilişkilerinde bir anlamlaşma eğilimi oluşur. Yaşamın her parçası bir anlam yaratmaya doğru akar. Zamanın akışına insanın katılması anlamı yüceltmek, çoğaltmak, çeşitlilendirmek ve duyumsamak için mümkün oluverir. Aynı şekilde insanın zamanın akışı içindeki yaşayışı, evrenin akışına katılması bu uyumu, bütünlüğü ya da tamamlanışı ifade etmiyorsa anlam azalır. Yaşananlara, insanın ve evrende varoluşun kutsallığına rağmen lanetlilik oluşur. İnsanın özgür yaşama dokunuşu kesinlikle kutsallık anlamıyla birlikte örülmektedir. Kutsallık oluşmuyorsa lanetlilik kaçınılmaz olmaktadır. Tabi bu lanetliliği mevcut sistemlerin izafi sınırlılığında aramanın, sonuç almayı engelleyeceğini bilmek gerekir.
Türkler deyince Kürtler’in aklına ne geliyor acaba? En hızlısından verilecek cevap komşu halk, olması gerekenler babında kardeşlik ve tarihin akışını değiştiren bir birliktelik özlemi, ağır savaş yılları, farklılıkların biraradalığı, barış özlemi… Türkiye insanı deyince akla sadece Türkler gelmiyor. Doğal olan da bu. Birçok etnik kökenli insanın biraradalığı geliyor akla. Acaba Kürtler deyince Türkiyelilerin aklında ilk oluşan izlenim nedir? En kötüsünden desek soykırımların yarattığı dehümanizasyonla bağlantılı hakaret içeren birçok kavramın hatırlanması işten bile değil. Öyle Kürtlerin kendi toplumlarının en iyisi, en değerlileri ya da anlamlı yaşamak için canlarını ortaya koyanlarının Türkiye cephesinden vahşi ve ilkel görülmesindeki ironi zihniyetlerin sistem inşaları olduğunu açıkça sergilemektedir. Gerillalar için mağarada yuvalanan demek insan olarak görmemenin bir nişanesidir. En kötüsüne dair yorumları çoğaltmak mümkün, zira bir asırdır uygulanmakta olan tam da budur.
Orta derecedeki algılar, homojenleştikleri müddet ve oranda kabullenilebilecek ikinci sınıf vatandaşlar yığınını algılamaktadır. En iyisinden desek söyleyebilecek pek bir şey bulamamamız da cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulan ve ülke insanına zerk edilen zihniyet kalıplarında iyimser bir emare göremeyişimizden kaynaklı bir sonuçsuzlukla karşılaşmaktayız. Dehümanizasyonun insanların zihniyetinde yarattığı ve normalleşen algılar düşmanlıkları çoğaltmakta ve uçurumu büyütmektedir. Öyle ki, kardeşlikleri en çok seslendirmek isteyen insanların dahi farkına varmadan düştükleri tuzak böyle oluşmaktadır. Kimi zaman Kürt toplumundan bireylerin de düştükleri, soykırım ve asimilasyonla bağlantılı olarak homojenleştikleri oranda kendilerinde yarattıkları egemen ulus zihniyetinin sonuçları, egemen ulus bireylerininkinden farksız olmaktadır.
Empati-sempati yapmak teriminin pek mümkün olmadığını düşünmekteyim. Zira en fazla empati yaptıklarını söyleyenlerin en yüce duygu olarak karşımıza çıkardıkları şeyin acıma olduğunu gördükçe bu düşüncem kanıtlanmaktadır. Yine en fazla sempati yapmaya çalışanların seyirlik bir durum karşısındaymışçasına takındıkları tutum da kabullenilecek türden değildir. Evrende yer alan, varlık olan her şeyi ve herkesi birer evren parçası olarak kabullenmek ve bir anlam olduğunu bilmek ancak duyguların yüceltilmesi anlamında bir değer ifade edebilir.
Türkiye’de bir resmi dil var. Bu ortak bir dildir. Türkçe, çoğunluğun anladığı, en azından anlamaya zorlandığı bir dil. Anadil olarak kabul edilen, dayatılan bir dil. Bu dilin Kürtlere anaç gelmemesi salt Ural-Altay dil ailesinden olmasından, sözcüklerin ya da ses gruplarının farklılığından kaynaklı değil tabi ki. Bununla birlikte iç diller var. Beyinlere ve yüreklere kazınan algı alışkanlıklarının yarattığı literatürler var. Bir ülkenin yurttaşlarının bir başka ülkenin insanlarından sözeder gibi apayrı dil kullandıkları gerçeği var. İç diller, iç literatürler aslında gerçeğin aynası.
Bunun en fazla yansıdığı alan da tabi ki politikacılar ve gazetecilerdir. Bazı yazarların Kürdistan’ı bir kâbus gibi tahayyül etmeleri bu iç dilin baskın gelişindendir. Bazılarının aklına savaş meydanı gelir Kürdistan deyince. Aynı sınırlar içinde neden böyle olduğunu sormazlar. İç sınırların yüreklerine neden konulduğunu soramazlar. Çünkü sormak özgür bir irade gerektirir.
Bazıları da Kürdistan’ı barbar, ilkel görürken ehlileştirilecekler olarak bakar Kürdistan insanına. Modernizmin bir hastalığıdır bu. Oryantalizmin doğu insanına yönelen bakış açısı…
Arap dünyasından söz edince çöl, çadır, etrafında sayısız dansçılar olan şeyhler, yüzünü sadece gözleri görünecek kadar kapalı, egzotik uyarıcı etkide bulunan, üryan dansözler gelir akıllarına. Ki bu dansçılara oryantalist denmesi de batının doğuya yönelik oryantalizminin mecrasını ortaya koymaktadır. Doğudaki her şey batı cinselliğini tatmin etmek üzere yaratılmışçasına bir cinssel nesneye dönüşür. Bu anlatıma romanlarda ve filmlerde oldukça sık rastlanır.
Bu oryantalizmin farklı zihniyet formlarını da Türkiyeli insanın kendi ülkesi dediği coğrafyanın doğusundaki insanlara yönelik ifadelerde görmek az rastlanır bir durum değildir.
Kürdistan’dan söz eden, hatta negatif mecradan en fazla çıkmaya çalışan gazetecileri okurken de bu çağrışımlar oluşmaktadır. Aynı tarzda olmasa da benzer zihniyet yansımalarını görmemek mümkün değildir. Kürdistan’a siyasi bir çalışma yapmak üzere giden, bir sağlık araştırması yapan ya da oldukça hayati bir konuyu halk nezdinde güncel boyutta gözlemlemeye gidenlerin dahi ortak yanları nedir diye sorsak alacağımız cevaplar yüce anlamlar yaratacak türden değildir. Hangi şehirde ne yediği, o şehrin hangi ünlü yemeğini kiminle yediği anlatılır. Bir günlük makalenin içine, hem de siyasal-sosyal içerikli (!) olan bir günlük makalenin içine üç öğünlük yemeği de sığdırmak bir gazetecilik başarısı sayılabilir mi… Hem de kendisini Türkiye siyasi tablosu içinde bir Pollyanna olarak değerlendiren bir yazarın bunu yapması düşündürücüdür. Kürdistanlı bir belediye başkanıyla yaptığı görüşmeyi anlatmaya çalıştığı kısa makalesine hangi binada kimlerle kırmızı şarap içtiğini, kahvaltısının kaç çeşitten oluştuğunu, kaç saat arayla ciğer yediğini sıkıştırmış desek Kürt mutfağına hakaret etmiş olur muyuz? Ya da tersini söylesek belediye başkanının kişisel itibarına karşı aynı beşeri hatayı işlemiş olur muyuz bilemiyoruz. Zaten konumuz da bu değil. Tarihsel konuları popülizmin hâkim algılarına kurban etmemekten söz etmek istiyoruz.
Çözüm için Türkiye’deki hatta dünyadaki birçok kurumun, partinin, kanaat önderinin ya da farklı kesimin ilginç bir hızla ortaklaştıkları bir süreçte aydınların kesinlikle bir farkı olmalı. Alışılmış olan iç dillerden, egemen ulus eksenli algılardan ve minimalize olmuş oryantalist düşünce kalıplarından kurtulmadan ortak duyumsayışlar gelişemez ve birliktelikler inşa edilemez. Aydınlar bunu bilme zorunluluklarından dolayı aydın sayılmaktadırlar. Hiçbir Türk salt rakıyla ya da Osmanlı saraylarının harem kültürüyle hatırlanmak istemez. Özgürlüğün ve barışın söz konusunu olduğu bir zamanda hiçbir Kürt de ciğer kebabıyla günlük makalelerin nesnesi haline gelmek istemez. Çağrışımlar kişiyi oluşturur demiştim girişte. Aydınlar da kendilerini oluşturan çağrışımlardan şüphe etmekle başlayabilirler. Bunu başarabilenler tabi ki yok değil ama çok sınırlıdır. Aydın olmak önce kendi yüreğinde ve beyninde bir ışık yakmakla, kendini aydınlatmakla başlar. Bu da Nazım Hikmet’in “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerinde dile getirdiği gibi önce yanmakla, kendi zihnindeki parçalayan, nesneleştiren ve yok eden algıları, yakmakla başlar.