Kapitalist Modernitenin Dilsel Kodları

Günümüz yazınında çok rastladığımız kimi konu ya da sözcüklerden...

Fidan NURHAK

Sistemi inşa etmenin en önemli aşamalarından biri beden olarak kurumlar yaratmaksa da, diğer bir önemli aşaması; belki de bugün yaşadığımız toplumsal sorunlar itibariyle de en önemlisi, ideolojik inşalardır. İdeolojik iktidarın oluşturulması ardından kurumsal iktidar oluşturulmuştur desek yerinde olur. Kapitalist sistemin en fazla etkilediği, hatta işgal ettiği alan duyguların akış havzasıdır. Duyguları öldürülmüş ya da kendisine ait olmaktan çıkarılmış kişilerin sistemi daha iyi yaşayacakları kesindir. En azından sistemi iyi yaşamanın hislerinden soyunmak olduğu gerçeği bilinmektedir. Edebiyat alanı da ideolojik iktidarın inşasının temel güçlerindendir. Şimdiki zamanın insanlarının yazdıkları da bunu yansıtır. Sistemin gölgesinden çıkmayan edebiyatçılar bunun aynası olma rolünü kimseye kaptırmazlar. İmgeler onların sistemle aralarındaki bağdır. Onların tanrıları olan sistemin vahiyleridir sözcükler.

Günümüz yazınında çok rastladığımız kimi konu ya da sözcüklerden yola çıkarak sistemin yarattığı insanın duygularını çözümlemek mümkündür. Sözcükler akışta bir damla olarak değil, sistemin bahşedeceklerini çağrıştıran ziller olarak görülmektedir. Ki zil çalınca insanlar bahşedileceklere koşmaktadır. Zihinsel olarak böyledir. Duygular böyle çağrışımlarla kodlanmakta ve sisteme hizmet eder hale gelen zihniyetler oluşmaktadır. Kodlamaların yaratılması bununla bağlantılıdır ve bundan dolayı bazı sözcükleri salt kapsadıkları alanla ya da harf sayısıyla ele almak yetmemektedir. Sistemiçileşen yazında en çok ifade bulan kavramlardan biri ıslaklıktır. Temizlenmekle geçmeyen bir kirlilik ya da yapışkanlık… Islaklık ve yapışkanlıktan çok söz edilir. Gariptir ki nem, eski tıpçıların anlattığına göre insan vücudundaki dengesizliğin en büyük belirtilerinden biridir. Dengenin bozulması sağlığın bozulmasıdır. Sağ olmama durumu tabi ki hastalık demektir. Aslında bütünlüğün bozulması hastalık olmaktadır. Zaten Kürtçede saxî-nesaxî olarak geçen sağlık-hastalık kavramları bütünlük ve bütünlük bozulmasına işaret eden denge durumunu anlatmaktadır. Dengenin temel elementlerin oranlarına bağlı olarak bozulması tabi ki hastalıklar üretmektedir. İnsan vücudundaki hava, su ve ateş oranının bozulmasından kaynağını alır. Aşırı nem ıslaklık demektir ve yapışkanlık buradan doğar. Fazla olan nem oranının korunması, içine düşülen hastalık dengesini koruma yönünde büyük bir çabanın olduğunu gösterir ki, sistemin kurumları işte bunun tanrıları olmaktadır.

İnsanın oluştuğu elementlerde bir orantısızlığın oluşması bir anlamda insanın insan oluşundaki bir orantısızlığa yol açar. Aşırı sıvı kaybeden insanların sıvı alması gerekliliği bu dengeyi sağlamak için söylenen bir yaşam bilgisidir. Aynı şekilde ısı kaybı da ısınma gereksinimini ortaya çıkarır. İnsanın ateşgahı olan yüreğin sistemin buz gibi hesaplarına kendini bırakmış olması bu dengeyi bozan temel bir durum olmaktadır. İnsan duyguları da beden kadar orantısızlıkları hastalık olarak dışa vurur. Çağdaş yazın denebilecek yazın türüne baktığımızda ortaya çıkan orantısızlıkların münferit durumlar olmadığını ve total bir hastalık durumunun tarz olarak kendini sunduğunu görmekteyiz.

Herkeste bir yapışkanlık hissi neden vardır?

Neden ıslaklık duygusundan kurtulamaz bugünün insanı?

Neden kapılar çok fazladır yazınında?

Neden kırlar pek yoktur?

Neden çiçek kokuları duyulmaz bu yazında?

Kokular cesetlere aittir. Kokular eskimişliklere, çürümüşlüklere ve tükenişi soluyan insanlara aittir neden?

Neden kurumak için yüreğindeki ateşi arttırması gerektiğini bilecek düşünceden yoksun kalabilir?

Neden insanlarla birlikteyken bir korku yerleşir yüreğine?

Neden huzuru yalnızlıkta bulur?

Onu var eden toplumsallıktan kopmanın nihai sınırlarında yaşamın mümkün olabileceği deliliğine nasıl katlanır?

Yazarın dünyası insanların yaşadığı ama anlatamadığı dünyadır biraz da. İnsanlar büyük bir yalnızlık yaşamakta. Ve bu büyük yalnızlıkları içinde sistemle bütünleştikleri oranda kendilerinden uzaklaşmakta ve kendisi olmanın uzağına düşmekteler. Kendini yenileyememenin, her günü, zamanın akışına dair her anı bir yenilenme duygusunun uzağında, hatta tam tersine bir tekrar, bir anlamsızlık zincirinin sıkması olarak algılarlar. Anlam yitimi vardır. Ve derindir. Öylesine derindir ki, kuyular, karanlıklar ve zifiri zamanlar fazlasıyla işgal eder yazını.

Su akışkanlık demektir. Toprak ve havayla birleştiğinde güneşi (kiminde güneşten bir parça olan ateşi) davet eder yeni bir oluş için. Birinin eksikliği yarımlığı doğurandır. Aslında doğurulmamışlık durumudur. Bütünün doğmaması zaten kendini gerçekleştirmek üzere insanı seçen evrenin deforme olmuş yansımalarını göstermektedir. Ve su akmadığında kirlilik oluşur. Hava ateşle birlikte yoksa yıkar. Tohumu patlatacak bir ısı yoksa, tohum çürür. Çürüme hissinin bir bilinçaltına dönüşme tehlikesi sınırlarındadır insanlık. Ve yazın dili bunu ifade etmektedir. Mekân ve zamanda sabitlenmişlik duygusu akışkanlığın olmayışındandır.

Yine evreni oluşturan elementlerle duyguların izini sürmeye devam edelim. Element eksikliği dedik bugünün yazınının temel sorunu için. Temel elementlerden olan toprağın eksikliği de bugün insanındaki bir türlü kurumayan ıslaklık duygusunu yaratmaktadır. Topraktan kopmak, toprağın uzağına düşmek ve topraksız yaşanabileceği yanılgısını yaşamak bugüne has bir delilik biçimidir. Kapitalist sistemin temel yaşam alanları olarak şehirleri göstermesi tabi ki sistemin şehirden doğru gelişmesinden kaynaklıdır. Bundan dolayı şimdiki algıların hemen hemen hepsinde şehir vazgeçilmezdir. Onsuz olunmayandır. Beton yığınları yaşamın temel parçasıdır. Karanlıklara boğulan yürekler yaratılırken bir yandan, diğer yandan gereksiz ışıklar güneşle yarışma cehaletindedir. İki damla yağmur yağdığında seller kalkar ve hiç kimse bunun sebebinin toprağın betonla örtülmesi olduğunu düşünmez. Belediyeler suçlanır ve bununla yetinilir. Oysa gerçek, toprağın üstünün örtülmüş olmasıyla ilintilidir.

Yine yazın sıcağında toprak ve toprağın ürünleriyle dengelenen iklim artık yoktur. Terlersiniz ama teriniz orta yerde kalıverir. Zaten şehirler bu nemliliği yaratan ve süreğen bir ıslaklık duygusu veren bir sistemle örülmüştür. Bu ıslaklıktan bir türlü kurtulamayan insanlara dayatılan ise şudur: Başka insanlara dokunma! Yakın temas kurma! Her zaman uzak dur! Onlara dokunursan ıslaklıklarınız birleşir ve boğulursunuz. İnsan olmak için kalabalıklaşmak zorunda kalan ve ancak böylece hayatta kalabilen insanın bugün kalabalıklarda boğulduğunu bağırıp çağırması kendi oluşuna terstir. Her zaman diğer insanlardan uzak durmayı, insani dokunuşları kirlilik olarak göstermeyi ve insanları birbirinden koparma yoluyla topluma saldırmayı bir tanrı emri sayar kapitalist sistem.

Ve insanlar birbirlerine dokunmaktan iğrenirler. Öyle iğrenirler ki sistemin yörüngesine giren insanlar insanlara dokunmadan tahrik ve tatmin olabilirler. Ve insanlar sadece birbirlerine dokunmaktan değil, birbirlerinin dokundukları yerlere, bir kapıya, bir gişenin kenarına ya da bir merdivenin tırabzanına dokunmaktan iğrenirler. Kapitalist sistem kendi mikrobunu her yere yayarak bu yalıtılmışlığa hijyenik bir kılıf da bulur. İnsanların evlerinin içinin hatta tüm organlarının dahi mikropların saldırısından kurtulamadığı bir gerçektir. Bir bakıma uygarlığın en büyük silahı mikroptur diyebiliriz. Ve bu silah girdiği her yerde öldürmekle kalmamış insanları her şeyden, en önemlisi de birbirlerinden izole ederek yapacağını yapmıştır. Çünkü insan için ilk ölüm, toplumsal ruhun ölümüdür.

Kopmak, bölmek, parçalamak, yiyeceklerin vitamin değerini hormonal müdahalelerle azaltır gibi parçalanan yaşamlarda anlamı azaltmak ya da parçaladıklarını zayıf bırakarak öldürmek aslında sistemsel bir duruma indirgenmiştir. Her şey bölünür parçalanır. Her şey kapıların ardına konur. Her şey gizlenir ve her şey kilit altına alınır. Kapılar vardır. Sadece kapanan kapılar.

Kapılar hep kapanır. Hiç açılmazlar. Kapanır ve karanlığı getirirler. Nadiren aydınlık da getirdikleri olur ama bu aydınlık kesinlikle göreni rahatsız eden bir aydınlık olur. İstenmeyen bir ışıktır sadece. Gerek duyulmayan ve gizlilikleri yok ettiğinden istenmeyen bir ışık. Işığı unutan yüreklerdir aydınlıktan korkan, onu istemeyen yürekler. Duvarların olması gerekir kapıların olması için. Şimdiki yazın tekmil duvarlar arasındadır. Yaşar Kemal’de hiç duvar hatırlamıyorum. Belki vardır ama insanların yüreklerindeki mekânları birbirinden ayıracak kadar iz bırakmayacak türdendir. Adını anınca dahi hangi mevsimde olursam olayım bir bahar havası, en kavgalı köylü ilişkilerinde olsa dahi peryavşan, kekik, yarpuz kokularının gelip belleğime yerleştiği bir mekân zenginliği vardır O’nun dünyasında. Kendini mekâna hapsetmez. Ancak duvarlarla varolabilen kapılar da yoktur. Evren gerçeği doğa ile vardır. Ve doğa insan doğasıyla birlikte evren gerçeğini oluşturduğunun sezgisini her renginde yansıtmaktadır. Bundandır tabiatın renklerinin çeşitliliği.

Bugünün yazınında ise renklilik yoktur. Hangi renkten söz ederlerse etsinler bir gri etkisi bırakır insanda. Çünkü yazının okuyucuya yansıttığı dünya tek renklidir. Çok renklilik yaratamayacak kadar yaratımdan uzaklaşmıştır. Kendini bir nesne konumuna getiren insana aittir tek renklilik. Ve sistemiçileşen insanlar cebindeki tüm sözcüklere rağmen sözcüksüzdürler. Söyleyecek sözleri kalmamıştır. Söz özden doğar. Sözün doğumunu koşullayan özdür. Özün işlenmiş, form kazanmış halidir söz.

Sözcüksüzdürler çünkü kapitalist sistem, insanların içini oymaktadır. İnsanların bir yaşam sorumluluğu taşımaları gereken yaşa, olgunluğa ya da bilgi birikimine sahip olmalarına rağmen bunu yapamamaları sistem içindeki içi oyulmuşluktan kaynağını almaktadır. Tüm zamanlara rağmen büyüyemeyen, cüce kalmakta ısrar eden ama yaşlanan, eskiyen bir insanlık vardır. Çocukluğa dair bir arılığı yaşayamayacak kadar yaşlanmış ama zamanın insan bedeninde ifade bulan deneyimlerini anlayamayacak kadar çocuk… İfade etmeye çalıştıkça kendi dünyasının renksizliğinde ifadesizleşmekte, kendi çürümelerini adeta beklemektedirler. Çürümenin, güvensizliğin, anlamsızlığın kaçınılmazlığını kanıtlamak istercesine bir eylemsizlik içindedirler. Kendini nesneleştirmek ya da sistemin nesnesi haline gelmek bu olsa gerek.

Kapitalist sistemin en fazla ilgilendiği ve birçok argümanla işlediği bir konu da cinselliktir. Bu anlamıyla kapitalist sistemiçinden gelişen edebiyat da insanı nesneleştiren cinselliği temel nesne haline getirmiştir. Cinsellik çoktur. Fazlasıyla cinsel öğe vardır ama doyum yoktur. Mutlu olma, yaşanan anın anlamını hissetme ve yaşamın anların toplamından oluştuğu bilinci yoktur. Sadece tüketilecek anlar vardır ve tüketilirler. Anları birbirine ekleyerek sürekli tüketme işini de sistemin kendisi yapmaktadır. Ahmet Altan’ın sözünü ettiği tehlikeli ilişkilerin en büyük tehlikesi, hiçbir toplumsallık barındırmaması değildir sadece. O ilişkilerin en büyük tehlikesi hiçbir özgür bireysellik de barındırmamasıdır. Kendisini nesne yapan, kendisi olamayan, hücrelerin kişiden bağımsız olduğu bir cesedin cansız oyunculuğudur anlatılanlar. Yaşar Kemal’in anlatımlarındaki cinsellik ise kişinin evrenin en uzak köşesindeki bir varlıkla dahi ilişkisinin kesilmediğini hisseden-hissettiren tarzdadır. Doğanın her bir canlısı, her bir çiçek, ot, yaprak, böcek eyleme ve dolayısıyla evrensel akışa katılırlar.

Kendisiyle kalmaktan, yalnızlığın tahrikine maruz kalmaktan dolayı başka insanlarla ilişkilenmeyen insanın yaşadığını iddia etmek zordur. İnsanın toplumundan, toplumsallıktan kaçarak yaşaması zor, hatta imkânsızdır. Bundan olmalı toplumundan kopan insanlar kendilerine insansı sanrılar yaratarak yaşıyorlar. Agorafobisi olan insanlar hem bir yandan insanlarla ilişkilenmekten, sokağa çıkmaktan korkarken bir yandan da hayali insanlarla ya da insan parçacıklarıyla yalnızlıklarını giderirler. Kendi ruhlarının direnen kısmından bir toplumsallık yaratırlar. Aslında sistemde delirmek olarak adlandırılan bu durum, en akıllıca olandır. Yalnızlığı reddediştir. Farazi de olsa insanlarla birlikte yaşamaktır. Fazlasıyla dolaylıdır ama bir red vardır. Bir bakıma yalnızlaştırılan, insanlardan izole edilen insanın kendine insan sanrıları yaratarak ruhlar âleminden bir toplum yaratması ya da insanları var sayarak yaşamasıdır.

İnsan olmanın evrenin en esnek aklıyla mümkün olduğu, bunun mayasında toplumsallık olduğu ya da insan varlığına en büyük saldırının toplumsallığa saldırmak olduğu bilinmektedir. Kapitalist sistem her şeyi parçaladığı gibi toplumları da parçalayarak, insanı toplumundan kopararak oluşacak boşluklara kendini yerleştirmektedir. Etnisite ya da inanç grupları kendi kültürlerinden koparılarak hâkim etnisiteye tabi edilirken diğer yandan hâkim etnisite insanları da kendi ailesel, inançsal ya da anlamsal topluluklarından koparılmaktadır. Bir kimliğe, ona ait olmayan öğelerin eklenmesi ile ona ait öğelerin çalınması arasında kendisi olmaktan çıkmak anlamında bir fark yoktur. Egemen ya da ezilen farklılıkları olsa da her iki kimlik de kendiliğini yaşayamamaktadır.

Bir şekilde varlığı koşullayan birliktelikler parçalanmakta ve oluşan çatlaklara kapitalist sistemin insan düşmanı canavarımsıları yerleşmektedir. Çizgi filmler gibi imgeleştirmek için belirtmiyoruz canavarı tabi ki. Tam bir canavarla karşı karşıyayız. Denizden çıkan canavar tüm karaları gezmiş hatta şehir merkezleri başta olsa da her yere yerleşmiştir. Herkesi, her şeyi yutup yok etmektedir.

Bu canavar henüz dağlara çıkamamıştır. Çünkü obez bir canavardır. Dağlara çıkmak kolay değildir. Kapitalist sistemin kendini zerk ettiği insanları emerek var olmaktadır. Bu canavarın diğer bir ürünü de insanları parçalayıp boşluklar yaratırken araya kendini yerleştirmesidir demiştik. Televizyon tam da bunu anlatmaktadır. Televizyon tüm insanları emen bir kara delik gibidir. Sistemin kara deliği de diyebiliriz. İnsanlarla beş dakika sohbet edecek toplumsallığı bırakılmamış olanların ibadet eder gibi televizyona yönelmesi nasıl izah edilebilir ki… Şimdilerde son teknoloji, televizyonun rolünü oynayacak buluşlarla dolup taşmakta, bunu ceplere taşıyarak insanı bir saniye dahi kendisiyle baş başa kalmasını engelleyecek kadar işgal etmektedir.

Aynı ailenin bireyleri olma, akrabalık, okul arkadaşlığı, komşuluk, daha geniş sosyal çevreler-ilişkiler ağının delik deşik olduğu aşikârdır. Hatta ozon tabakasından önce toplumsallığın delik deşik olduğu inancındayım. Bu delik deşik olan ağı kapitalist sistem kendi vizyon kültürüyle tamamlamaya, yamamaya çalışmaktadır. Nasıl ki insanları kastların dokunulmazlığından daha derin bir tabuya mahkûm ediyorsa televizyonun, telefon ve diğer kişisel taşınır oyun aletlerinin yaygınlaşması, hatta hastalık düzeyinde kullanılagelmesi çok yönlü etkiler yaratan düzeydedir. Hem insanları birbirinden koparmakta, hem mevcut kopmuşluğu derinleştirmekte hem de oluşan boşluğu sistemin kirlilikleriyle doldurmaktadır. Öyle ki söze gerek dahi kalmadan, salt görüntülerle insanların tüm ihtiyaçları giderilmeye çalışılmaktadır. Tabi ki ancak sanal arzular sanal yollarla giderilebilir. Vizyon kültürü zaten bu demektir. Bugün vizyon kültürünü süslemenin bir aracı haline gelen edebiyat, sistemin ideolojik iktidarını inşa etmede büyük bir rol üstlenmektedir. Sistem kendi içinde insanlara manevra alanları yaratmaktadır. Bir kafesten diğerine kaçan fareler gibi sistemin yağmurundan kaçan insanlar aynı sistemin asit bombardımanında felç geçirmektedir.

Kapitalist sistemin gölgesindeki yazın da sözcüklerin tanrısallığına sığınarak insanları felç etme suçuna ortak olmaktadır.