Tarafların atacağı adımlar ve içerisine gireceği tutumlar da buna göre belirlenece...
Cemal Şerik
AKP hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalara, izledikleri politikalara bakınca cevaplanması gereken sorular açığa çıkıyor. Bunlardan birincisi; AKP hükümeti, içerisinden geçmekte olduğumuz süreci kendi cephesinden yönetip- yönetemediği olurken, ikincisi de; “acaba bilinçli bir politikanın sonucunda mı böyle bir izlenim mi yaratılmak” istenildiği sorusu oluyor.
Bu her iki soruyu sormanın da son derece haklı gerekçeleri bulunuyor.
Öncelikli olarak, Önder Apo’nun 21 Mart 2013 Newroz’un da yayınlanan mesajında, içerisinden geçilmekte olan sürecin resmi ilanı gerçekleşmişti. Ancak gerçekleşen bu resmi ilan, o an gerçekleşmiş olsa da, daha önce başlatılmış olan bir sürece dayanıyordu. Yakın tarih olarak da “Oslo görüşmeleri” olarak bilinen sürecin “bitirilmesi” ile birlikte yaşananlar ve 2012 yılında Türkiye zindanların da başlayan Açlık Grevi Direnişlerinin sonlandırıldığı sürece kadar dayanıyordu.
O süreçle birlikte Önder Apo’ nun yaptığı çağrılar ve gönderdiği mektuplar karşılığını bulmuştu. Bizzat Devlet yetkilileri bunun bir sonucu olarak Önder Apo ile görüşme sürecini başlatmıştı. Önder Apo’nun 21 Mart 2013 tarihinde yayınlanan mesajı da tüm bu görüşmelerle doğrudan bağlantılıydı.
21 Mart 2013 tarihinde yayınlanan mesajıyla birlikte başlayan süreç, Önder Apo tarafından başlatılmışta olsa, karşılığı olan bir süreçti. O nedenle taraflara karşılıklı görev ve sorumluluklar yüklemişti. Başlayan sürecin yönetilmesi de bu noktadan itibaren kendisini hissettirmeye başlamıştı. Taraflardan biri; Önder Apo’nun çağrısını kabul eden Kurt Özgürlük ve Demokrasi Güçleri olurken, diğer tarafı da; Devlet ve onun yürütme gücü olan AKP hükümeti oluşturuyordu.
Tarafların atacağı adımlar ve içerisine gireceği tutumlar da buna göre belirlenecekti. Bu çerçevede Kürt Özgürlük Güçleri üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirerek, kendi cephesinden süreci yönetmeye başladı. Esir asker ve devlet görevlilerinin bırakılması, ateşkes ilanı ve silahlı meşru savunma güçlerinin Bakur Kürdistan’ından çekilme kararı ve bunun gerçekleşmesi yönünde atılan adımlar, bunun bir göstergesi oldu. Ayrıca herhangi bir silahlı çatışma ve provokasyona olanak tanınmaması içinde, son derece duyarlı davranıldı, dikkat edildi. Hatta politik alanda kullanılan söylemlere itina gösterildi.
Kürt Özgürlük Güçlerinin sürecin yönetilmesinde üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmiş olması, devlet ve AKP hükümetinin de görev ve sorumlulukları kendi cephesinden yerine getirmesini dayattı.
AKP hükümetinin, süreci yönetme konusunda ortaya çıkan sorunları da bu noktada başladı. Kendi cephesinden atması gereken adımları atmadı. Kullanılan söylemleri değiştirmedi, tahrik edici üsluplarda devam etti. Bizzat AKP hükümetinin başı R.T. Erdoğan Önder Apo’ya hakaret düzeyinde bulunan ithamlarda bulundu. Korucu kadrosunun sayısı çoğaltıldı ve yeni korucu alımları gerçekleştirildi. Barajların yapımına devam edildi. Yeni karakolların yapımına başlandı. Medya Savunma Alanları karadan havan ve obüs atışlarına maruz bırakılırken, savaş ve keşif uçaklarının tehdit ve tacizi altında tutuldu. Bununla da kalınmadı, halkın demokratik gösterileri karşısında bile tahammül gösterilmedi. Lice’de karakol yapımına karşı gösteri yapan halka ateş açıldı. Medeni Yıldırım adında bir genç öldürüldü, yaralananlar oldu. Ardı sıra da bunlar devam etti.
AKP hükümetinin süreci yönetme konusunda açığa çıkan tutumu bununla da kalmadı, Kürt Özürlük Güçlerinin atmış olduğu adımlar ardından başlayan sürecin ikinci aşamasında üzerine düşen görevleri yerine getirmedi. Oysa AKP hükümetinin de atması gereken adımlar vardı. “Barışın dilini hakim kılmak” da bunu gerektiriyordu.
AKP hükümeti bu süreçle birlikte “yasal, demokratik siyasetin” önünü açacaktı. Bu temelde yasal düzenlemeler yapılacak, komisyonlar oluşturulacaktı. Başta “Terörle Mücadele Kanunu” olmak üzere anti-demokratik yasalar kaldırılacaktı. Bunların hiçbiri yapılmadı, ayak sürtmeler başladı. İstanbul Taksim-Gezi Parkı direnişi eksenli gelişen gösteriler de bunun gerekçesi haline getirilmek istendi. Hatta bununla da kalmadı, kendilerine gelen eleştirileri de hiçe sayarak, tamamen diktatöryal-faşizan yönelimler içerisine girdi.
Oysa 21 Mart 2013’te Önder Apo’nun açıklamasıyla başlayan süreç çok daha farklı bir yaklaşımı ve sürecin doğru yönetilmesini gerektiriyordu. AKP hükümeti bunu yapmadı, aksine süreci geren yaklaşımlarda ısrar etti. Tüm bunlar da “AKP hükümeti kendi cephesinden süreci yönetemiyor mu” gibisinden soruların sorulmasına ve tartışmaların başlamasına neden oldu. Bu noktada öne çıkan görüş; AKP hükümetinin bunu son derece bilinçli olarak yaptığı yönündeki değerlendirmeler oldu.
Bu görüşü haklı kılan gerekçeler de vardı. Mecliste salt çoğunluğu, hatta daha fazla gücü elinde bulunduran AKP hükümeti yapabileceklerinin çok az kısmını bile yerine getirmemişti. Bu doğrultuda amiyane tabirle “yerinden bile kıpırdamadı”.
Bu noktada AKP hükümetinin bunu “neden yaptığı” sorusu öne çıktı ve buna cevap aranmaya başlandı. AKP hükümetinin geçmiş pratiği de bu soruya aranan cevapların bulunmasında kolaylaştırıcı bir rol oynadı.
AKP hükümeti daha önce de Kürt Özgürlük Güçleriyle ilişki arayışına girmişti. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce bu çok bariz bir şekilde yaşanmıştı. Bunun bir sonucu olarak da seçimlere çatışmasız bir ortamda girilmişti. AKP hükümeti o süreci kendi çıkarları doğrultusunda kullandı, toplumda sahte umutlar yaratarak destek aldı ve yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıktı.
AKP hükümeti ikinci iktidar döneminde ise bulunduğu vaatleri yerine getirmedi. “dört başı mahmur” bir özel kirli savaş hükümeti olarak kendini konumlandırdı ve o güne kadar Kürdistan’da görülmedik düzeyde bir saldırı başlattı. Böylece AKP hükümetinin 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde ısrarla ihtiyaç duyduğu “çatışmasızlık ortamının” oluşmasını istemesinin asıl nedeni ortaya çıkmış oldu. AKP hükümetinin yeni bir saldırı için zamana ihtiyacı vardı, onu da ilan edilen “çatışmasızlık ortamı” ile elde etmişti.
AKP hükümetinin bilinen bu geçmişi 21 Mart 2013 tarihinde ilan edilen sürecin ardından yaşananlar hakkında da “acaba yeniden aynı oyun mu sergileniyor” gibisinden sorulara neden oldu. Çünkü Türkiye yeni bir seçim sürecine girdi. 2014 yılının Mart ayında yerel seçimler var. Ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri devreye girecek. Bu arada genel seçimlerin erkene alınması doğrultusunda yaşanan tartışmalar da söz konusu.
AKP hükümetinin tüm bu seçimlere çatışma ortamında girme olasılığı çok zor. Bunu kaldıramaz da. Kürt Özgürlük Gerillasının 19 Haziran 2012’de başlattığı Devrimci Operasyonun sonuçları da ortada. AKP hükümeti bunların kendisi açısından daha tehlikeli sonuçlar yaratmasının önüne geçmek isteyebilir. O nedenle de 2007 genel seçimlerinde olduğu gibi öncesinde “yeni bir çatışmasızlık” ve “zamana” ihtiyaç duyabilir. Bu bir olasılıktır da.
Türkiye’de meclis tatile giriyor. Kürt Özgürlük Güçlerinin 21 Mart 2013 tarihinin ardından attığı adımların karşılığı da, AKP hükümeti tarafından mecliste verilecekti. Meclisin tatile girecek olması bunun önünde engel oluşturacak. Çıkacak yasaların meclisten geçirilmemiş olması, komisyonların oluşturulamaması ve Meclis açıldıktan sonra seçim sürecinin yakınlaşacak olması AKP hükümetinin sürece dair yaklaşımını daha da tartışmalı hale getirmektedir. Bu noktada “AKP hükümeti kendi cephesinden süreci gerçekten yönetmiyor mu” gibisinden soruların sorulmasına ve cevapların aranmasına neden olmaktadır.