Yenilmiş Bir Askerin Onurlu Bir Ölüm Arayışı

Silah arkadaşları arasında intihar edenlere tanık olmuştu. Kimisi sessizce giderken kimisi “anlaşılmak umuduyla” geride birkaç satır ...

Şiyar Amed

Bir Düşünce, Bir olay, Bir İnsan, Bir Kitap ve Hatta Bazen Bir Söz Hayatı Değiştirebilir!

Güneş tapınağında yaşayan Güneşin kızları

Erkeklere dönüp bakmazlarmış, bakarlarsa taşa dönüşürlermiş.

Onlardan ikisi tapınaktan çıkıp yüzlerini erkeklere döndüler.

İşte o an taşa dönüştüler!

Karanlıktan geldi ve deniz kıyısında duran iki taş heykelden birini kırdı. Taşların içinden tıpa tıp kendisinin benzeri çıktı, elinde bir hançer vardı, canlandı; karanlıktan gelen ürktü, geri kaçmaya fırsat bulmadan hançeri göğsüne saplanmış buldu…

Göğsündeki acıyla uyandı asker. Rüyanın etkisiyle vücudunu yokladı. Ne hançer ne de kan vardı. Bir’liği yok olmuş, yenilmiş bir askerdi o! Gerçek hayatta yapamadığını rüyasında yapar görüyordu kendisini. Zamanında ölmeyi bilmeyen her gün ölür! Hangi zamanı yaşıyordu, hangi anlamı?

 “Bir insan iki kez öldürülemez” diyenler yanılıyordu; bu asker her gün ölüyordu! Çünkü umursamaz, ahlaksız, değersiz biri değildi. Ruhsal kayıtsızlığı (ölümü) kabullenmiş biri gerçekten bir daha öldürülemez. Çünkü ölüme alışmıştır. Fakat böyle birisi ölümsüz bir insan değil de Zombivari bir ölümsüzdür. Bir korkusuzdur ama aynı zamanda bir ahlaksızdır. Hiçbir inancı ve değer yargısı yoktur. Bizim askerin ise her nefesinde, inandığı değerler göğsünde kabarıyor ve üstelik her gün ölümü yeniden tadacak kadar yaşıyor! Yaşamdan vazgeçmemesinin bir amacı vardır belki de?

Silah arkadaşları arasında intihar edenlere tanık olmuştu. Kimisi sessizce giderken kimisi “anlaşılmak umuduyla” geride birkaç satır bırakmıştı. Kimine üzülmüş, kimine acımıştı ama en çok da nefret etmişti. İntiharla kendilerini değil yoldaşlarını cezalandırmışlardı. Kabul edilemezdi.

Yenilmiş de olsa silah arkadaşlarına inancını yitirmemişti bu asker. Aralarındaki onur bağı onu intihardan uzak tutuyordu. Peki, “zamanında ölmeyi bilmek” neydi, niçindi? O zamanı ya da o anı nerede kaçırmıştı da her gün ölüyordu?

Ölümden hiçbir korkusu yokken nasıl olur da ölümle randevusunu kaçırmıştı? Farkında mı olmamıştı yoksa tamamlaması gereken bir görevinin olduğu inancıyla mı yaşıyordu? Acaba telafi edilecek bir yenilgi mi almıştı yoksa altından kalkamayacağı? Neydi onu yaşamla ölüm arasında salındıran; intiharın kıyısında seyrederken onu yaşama bağlayan?

Onurlu yaşam-Onurlu Ölüm!

Savaş bitmemişti!

Kaç mevsim gelip geçmiş ama askerin yaraları kapanmamıştı.

Nice savaşlardan çıkarılmış bir tecrübeydi: Cepheye uzakta, hele evde hiç değil; cepheye yakın yerlerde, yoldaşlarının arasında en hızlı şekilde kapanırdı –psikolojik- yaraları askerin.

Savaş bitmemiş ve yoldaşlarının arasındaydı. Bir şiire sığındı bir süre. Dilinden dökülen bir mısrayı defterine yazdı: “sevgiyi al, sür yarana, tez iyileş!” Sonra cümlenin önüne “Ey yaralı!” diye bir ekleme yapıp bıraktı. Fakat ne romantik, ne melankolik teselliler aramıyordu ki, ne yapsa geçmiyordu. Ne düşünse yarasının dışarıdaki algısı kadar ağır gelmiyordu. Üstelik rüyalarında taş heykeli kırmaya ve hançerlenmeye devam etti, anlamını hiç çözemeden…

Savaş bitmemiş ve yoldaşlarının arasında olduğu halde yaraları kapanmıyordu. Çok mu bencilce düşünüyordu ya da benliğini tümden yitirmiş olabilir miydi? Öyle olsa hiçbir şeyi umursamazdı.

Savaş bitmemiş ve yoldaşları ona “yenilmiş asker” gözüyle bakmadığı halde o bu ruh halinden kurtulamamıştı. Saplantı, kuruntu, takıntı, suçluluk ya da her neyse sebebi, ondan kurtulamıyordu. Belki de görevini tamamlamamış, başarılı olamamıştı. Başarısızlık başarıyla telafi edilemez miydi? Neydi suçluluğuna, mahcubiyetine sebep?

Başarısız olanın yaşamaya hakkı yoktur düsturu her yerde her koşulda aynı şekilde geçerli olabilir miydi? Bunun tek tarzı kendini öldürmek miydi? Askerlik söz konusuysa ya da seni ve toplumunu yok etmek isteyen bir düşmanın varsa düşmanını yenmeyi bilmezsen nasıl yaşayabilirsin; hangi akılla, hangi anlayışla, hangi onurla?

Pautus ilkesini işleteceği bir onur meydanı arıyordu ama belli ki kendini değil de başarısızlığa veya yaralanmaya yol açan zaafını veya zihniyetini öldürmeyi düşünebilecek kadar derinleşmemişti.

Sırrı neydi askerimizin? Doğru soru hangisiydi? Yoksa başarıdan mı korkuyordu bizim yenilmiş asker?

Yenilmiş her asker gibi onurlu bir ölümü arıyordu; her şeyden çok bunu arzuluyordu.

Neydi onurlu ölüm? Düşman kurşunlarıyla ölmek mi, kutsal bir görevi yerine getirirken göğsü paramparça düşmek mi? Hangi başarısızlığı, hangi yanlışı telafi ederdi? Yaşam, ölüm ve onur nerede kesişiyordu? Onurlu yaşam ile onurlu ölüm arasındaki bağ neydi? Yoksa ikisi de aynı şey midir? Benzerlik ya da farkları nedir? Asker için tek geçerli gerçek, tek ideal, tek amaç onur mudur?

Hangi Asker?

Hangi asker, hangi savaş, hangi başarı, hangi yenilgi? Asker askerdir, savaş savaştır! Ya öyle mi? Vietnam, Bosna, Afganistan, Irak… Tek tarafta mı asker vardı, hepsi aynı mıydı? Savaş sendromuyla, travmalarla boğuşan, ilaçlarla ayakta duran, kendini barlara vuran, sarhoş gezen, sokaklarda sebepsiz kavga çıkaran hangi askerdir? Üstelik bu tipin erkek olduğu kesindir. Bizim askerin erkek mi kadın mı olduğu nereden belli?

O bir devrimci!

Yenilmiş her asker gibi onurlu bir ölümü aradığını düşünmesi, söylemesi ya da birinin ona bunu söylemesi onun kesin bir asker olduğunu bile göstermez. Belki bir film repliğidir, bir kitaptan okuduğu klişedir; belki bir hayal, bir fantezi dünyasındadır. Ama o söze inanmış bir kere.

O bir devrimci ama yenilgileri var! Çözememiş, belki de yüzleşememiş, hatta kim bilir belki de sadece kendine yenilmiş. Ama yine de o bir asker. Yaşam, ölüm ve onur kavramlarını bir asker gibi benimsemiş. Ama yaralı. Hangi mevzide, nasıl yaralanmış, kimden almış bu yarayı? Bir yara ömrünün tümünü anlatmaya yeter mi? Bir hata insanın tüm ömrünü hatalı yapar mı?

Yara nedir, yaralanmak ne? Bir mermi, bir şarapnel parçası, bir mayın bedeni yaralayabilir; bir parçasını da alıp götürebilir. Bu yaralar genellikle çabuk kapanır. İnsanın ruhu yara almaya görsün, hiçbir merhemden çare gelmez…

Barış Gücündeki askerlerin “Hayal bile edilemez olanla karşılaşınca” çözüldükleri söylenir. Buna karşın bilgisayar oyunu oynar gibi koordinatlarla neyi vurduğunu bile bilmeyen pilotlarla yürütülen savaşlar da vardır. Bir ihtimal, neyi vurduklarını televizyonlardan öğrendiklerinde ruh halleri nasıl oluyor acaba? Hangi kutsalların arkasına sığınarak ailesinin, çocuklarının yüzüne bakabiliyor?

Gece görevlerinde uykuya karşı ilaçlar icat edilmiş. Ama ruhun ilacını hiçbir fabrika yapamıyor.

 “Ne olmuş yani kahramanlık çağında değiliz” diyenler olabilir. Savaş düşmanın iradesini kırma işiyse askerin psikolojisi “kahramanlık” alanına girmez mi? Niye o zaman bunca kahramanlık nutukları? Bazen tek bir örnek her şeyi anlatmaya yeter. Tüm sadeliğiyle bir melek olan Nuda (Nazan Bayram)’a bakalım:

O, 21. yüzyılın yedinci yılında, milyonluk ordunun kahramanlık nutuklarını yerle bir eden bir Kürt kadını! Kahraman televizyonlar veriyor haberi: “On bin kişilik askeri gücümüz operasyon başlattı. Kahraman askerimiz teröristleri kıstırmış durumda!”

Bir yanda her türlü teknikle takviyeli on bin kişilik bir güç, diğer yanda komutan Nuda ve bir grup yoldaşı. On üç gün süren bir savaşın ardından yedi gerillanın yaşamını yitirdiği haberi çıkıyor. Resimleri yayınlanıyor, Nuda da içlerinde…

Kahraman medya zafer çığlıkları atıyor. Yedi gerilla yaşamını yitirmiştir, doğru. Fakat halk gerillaların naaşını almaya gittiğinde aralarında Nuda’nın olmadığı anlaşılıyor. Nuda yaralı olduğu halde kurtulmuştur. Derviş bin beş yüz süvariyle savaşmıştı. Nuda On binlik orduya karşı…

Gerilla iradesinin zaferi! Başka örneğe gerek var mı? Mesela Zap direnişi 40 generalin apoletlerinin sökülüp hapishaneye gönderilmesinin yolunu açmadı mı? Daha ne olsun, nasıl kırılsın bu irade? Nasıl iyileştirmesin tüm yaralarını devrimcinin, insanlığın…

Çöl ve Dağ İdeolojisi

 “Gerilla başarılı eylemlerle motive olur” demişti büyük bilge. En son Rojava’da, Şengal’de, Kerkük’te DAİŞ’e darbe vurdukça iyileştirmeye çalışmadı mı tüm yaraları?

YPG-YPJ direnişi henüz yazılmadı. Nice derslerle doludur. Savaş sadece Rojava’da yürümüyor. Çöllere kadar uzanıyor. Coğrafyalar yaşam tarzlarını da etkiler. Çöl yaşamı nedir, çöl ideolojisi nedir?

Özgür Bedevi kabileleri “Çölde gidebildiğimiz her yer ülkemizdir” der, sınır tanımazlar. Denizcilerin ülkesi denizdir. Kürtlerin ülkesi dağlıktır. O bir yaşam, bir ideoloji yaratmıştır. Dağı sevmeyen dağda savaşamaz. Şimdi ovalarda ve çöllerde de direniyor Kürtler. Ovanın, kentin ve çölün gereklerine göre yaşamak savaşın kaderini de belirler. Bundan “Avrupa’da mücadele eden Avrupa’yı sevmeli” sonucu çıkmaz. Avrupa bir ideolojidir: Liberalizmin temsilcisidir. Çöl ve Dağ özgür yaşamın sembolleridir. Gerillayı korur. Gerilla istediği zaman ortaya çıkar, istediği zaman kaybolur. “Hem her yerdedir, hem hiçbir yerde!” Düşmanını, beklemediği yer ve zamanda darbeler. DAİŞ’in panzehiridir gerilla.

DAİŞ çeteleri eliyle “Hayal bile edilemez olan” Kürdistan halklarına yaşatılmak istenmiştir. Çözülme, çöküntü hedeflenmiştir. Dehşetin tüm boyutları internet ortamında tüm insanlığa taşırılıp tüm insanlık çökertilmek istenmiştir. Bu çöküntünün önüne direniş geçmiştir. Rojava direnişini değerlendiren Avrupa halklarının “insanlık, onlardan direnmeyi öğrenmiştir” demelerinin böyle bir anlamı vardır.

Suruç, Amed, Ankara, Varto, Cizre, Silvan, Lice, Nusaybin, Gever katliamlarıyla yapılmak istenen de aynen Rojava’da olduğu gibi insanlığa ve umuda dair tüm değerleri yok etmek, çözülme, çöküntü yaratmaktır.

Çözülmenin Dermanı Direniştir, Tüm Yaraların Dermanı…

Yaralı askerimizin Bir’liği yok olmuştu hatırlanırsa. O bir askeri birlik değil, toplumsallığıyla, değerleriyle bir olma durumudur. Belki ruhsal-düşünsel-eylemsel birliktir. Yara aldığı yer burası olabilir. Belki bir yanlış yapmış, değerlerle bir olma durumundan çıkmış, böyle bir yara almıştır; bunun ezikliğini yaşamaktadır.

Kabul edilen bir yanlışlık kazanılmış bir zafer değil midir? Değersizlik hissi midir zorlayan, hangi değerlerden bu sonucu çıkarmış? Büyük değerler mi, kendi değerleri mi? Büyük gurur mu, kendi gururu mu devrededir? Gurur değil midir en büyük hataların sebebi? Onu böyle mecalsiz kılan nedir?

 

Bireysel gurur mu, ulusal gurur mu? Bireyin onuru mu, halkın onuru mu? Bunca çelişkiyi yaratan soykırım rejimini görmeden çıkış mümkün mü, sorular yanıtını bulabilir mi?

Soykırımın en etkili sonuçları “unutmak, benzeşmek, farkında olmamak” kavramlarıyla sıralanırken Dori Laub çarpıcı bir tespitte bulunmuştur: “Soykırım geride hiç tanık bırakmaz!”

Çünkü:

 “Tam da olayın içinde olma durumu… Tanığın –yani olayın meydana geldiği totaliter ve insanlıktan çıkaran referans çerçevesinin dışına çıkabilecek ve olayın gözlenebileceği bağımsız bir referans çerçevesi sunabilecek birisinin- bulunması fikrini düşünülemez hale getirmiştir.”

Yahudi soykırımı üzerinden incelemeler yaparken böylesi bir sonuca ulaşılıyorsa söz konusu Kürtler (Yahudiler yok edilirken onlara Yahudi deniliyordu, Kürtler yok edilirken Kürt olduklarının bile inkâr edilmesi gibi benzersiz bir vahşet) olunca ne denilmez ki!

Dori Laub şöyle devam eder: “Kişinin işitilme, bir özne olarak tanınma, yanıt alma umuduyla “sen” diyebileceği bir öteki yoktur artık. Dolayısıyla soykırımın tarihsel gerçekliği, hitap olanağını, başvurma veya danışma olanağını felsefi olarak söndürmüş bir gerçeklik haline gelmiştir. Ama insan “sen” dediği birine danışamadığında, kendisine bile “sen” diyemez. Soykırım bu şekilde insanın kendi kendisine tanıklık edemediği bir dünya yaratmıştır.”

İnsan kendisini dinleyebilecek, anlayabilecek birilerine ihtiyaç duyar. “Tanıklığına tanık olabilecek birilerinin yokluğu” hissi “Tanrının ve insanın öldüğü” hissidir. Toplum yoktur, insan yoktur, paylaşacak kimse yoktur, sen bile yoksun! “Yaprağın bile kıpırdamadığı” bir hal veya halsizlik…

 “Of!” bile diyemez hale gelmek, kimselere, kendine bile seslenememek, şikayet bile edememek halinden daha ağır nasıl bir durum olabilir ki? Şikâyet bile, çocukça da olsa kendisinin ve başkalarının var olma halidir. Burada aslında bir yanıt alma umudu vardır; başkalarının varlığına inanmadan şikâyette bile bulunulamaz. Yakınında veya uzağında, bugün veya yarın, dinleyecek, anlayacak, paylaşacak kimse yoksa sen de yoksundur. Felsefik bitiş anıdır bu an.

Soykırıma Uğratılamayan Tek Kürt!

Dost-düşman herkes O’nun sırrını anlamaya çalışıyor.

Kültürel soykırım çeperini kıran Büyük Kürt Bilgesi olmasa sadece Kürdün değil tüm insanlığın felsefik bitişi gerçekleşecek ve hatta bu bitişi yazacak kimseler de olmayacaktı. Anlaşılıyor ki Önder Öcalan’dan başka Soykırımı tümden aşan olmadı. Soykırım O’na ulaşamadı…

Soykırım, direnen son kişiye dek ya da tek kişi kalmayana dek sürdürülür. Soykırımın ulaşamadığı son Kürt, bir anlamda son insandı! Soykırımdan geçirilip betonlara gömülen Kürt halkını yeniden diriltti. Soykırımcılar bu yüzden O’na çok öfkeli…

Soykırımın öldürdüğünü dirilten bilgelik soykırımın yaraladığını mı iyileştiremeyecek? Yaralı askerimiz bunu anlamış olsa yaralarının kabuk altında canlı kalmasına fırsat vermezdi.

Yaralı asker soykırımın izlerini beyninde-yüreğinde taşıyan askerdir. Soykırımla yaşamak mümkün değilken onu yaralarında taşımaktadır. Soykırımı yarasında taşıyan asker yaralı olduğunun farkında bile olamaz. Lafın gelişi yaralı olduğunu söylemesi yaralı olduğu bilincinden gelmiyor. Her söz, sözün sahibine ait olmayabilir; söz boğazdan yukarıdan geliyorsa, yüreğe ait değilse nasıl bilince dönüşebilir?

Yaralı asker soykırımdan geçirilmiş-geçirilmekte olan bir halkın evladı olduğunu unutmuş gibidir. Bir düşünse anlayacak: Soykırımdan daha büyük gurur yapılacak bir mücadele gerekçesi yoktur! Ah bir düşünse!

Yaralımız, gece rüya görürken gündüz hayaller dünyasında büyük eylemler yapmaktadır. Üzüntüsünü, acısını, ıstırabını ve utancını hiçbir hayal gidermezken yaralarını kesip atacak cesarete de ulaşmamıştır.

Ölümden korkmazken yarasının kabuğu altına bakmaktan korkmaktadır. Ölüm değil ama yaralar korkutur. Korkmadan yarasına bakabilirse insan güçlenir yoksa o yaranın kölesi olur.

Yaraya değil kabuğuna bile dokunamayan ancak bir korkak olabilir!

Kabuk için kendi kendine soru sormaktan, bocalamaktan, “acabalardan” kurtulamamaktadır. Bu yüzden dünyanın merkezine kendini koymaktan çıkamamıştır. Bu yüzden düşmanını nasıl yeneceği sorusuna cevap oluşturmamıştır. Oysa bir düşünse anlayacak: O yaranın altında soykırım var! Üstelik soykırım saldırıları devam ediyor.  

Amma ondan daha önemli bir olay gerçekleşmiş; hayal bile edilemezken mucize kabilinde, soykırım ortasında direnen, değerler üreten bir halk gerçekliği ortaya çıkmış. Daha ne olsun! Daha nasıl yaralı halde kalsın insan ve insanlık? Direniş içinde iyileşmekten başka daha büyük ne mucize olabilir ki, ey yaralı!

Paylaşmak en büyük eylemdir!

Sahi, rüyalarında iki taş heykel yok muydu?

Neden hep aynı heykeli kırmış ve her seferinde hançerlenmişti? Oysa orada iki heykel vardı. Neden bir kez olsun dönüp ona, yani diğer heykele bakmamıştı? Orada bir başka tarih vardı belki de.

Neden hep “kendisi”, hep “ben” deyip durmuştu? Yaradan kaçış, soykırımı görmekten kaçış, kendinden kaçış varken “ben” kalır mı ortada?

 

Neden ikinci heykele hitap etmeyi aklından hiç geçirmemişti, belki onun da bir yaralı olabileceğini hiç düşünmemişti ya da bir “çare” olabileceğini? Bir deniz, bir kayalık, iki heykel vardı ortada. Mitolojik rüyadan uyandıkça yaralarıyla baş başa çaresiz kalıyordu.

Mitolojik çağlar bitti diyenler yanılıyor. Promete geçmişte kalmadı, halen o kayalıklarda direniyor ve halen adının anlamı gibi “Hızlı düşünen-İleriyi gören!” bilgeliğiyle günahlarımızın kefaretini ödüyor.

Promete gibi kayalıklarda direnen özgür ruhu hep düşündüğünü söyleyen yaralımız neden hiç özgürleşmediğini sorgulamadığı için kendi yarasının tutsağı haline geldiğini fark etmedi. Yoldaşlarını bile kendi yarası kadar düşünmedi belki de.

Özgür Ruhun bağlandığı kayalıkları parçalamadan özgür olamayacağını anlayacak kadar çok yara aldı. Kendi üstündeki kayaları parçaladıkça yaralarını iyileştirebilir; yaralarını iyileştirdikçe tüm kayaları parçalayabilirdi. Kendi yaralarına sevdalanmış bir sarhoşluk haliyle dünyaya kafa tutulamaz, bir küçük yaraya bile derman olunamazdı. Bunu anlamasının zamanı gelmişti.

Zaman ve mekâna göre değişken ve akışkan biri değilken her hendeği aynı tarzda aşmaya çalışır insan ve her seferinde aynı tuzağa düşer. Kendi zihninin tuzaklarıyla uğraşıp dururken başkasına hiç kulak vermemişti askerimiz.

Yaralarına “nefretle büyümüş olan gözü kara sevda” ile yaklaşmaktan vazgeçip de yalnız olmadığını anlaması, Özgür Ruha kavuşmasının ilk adımı olacaktı.

İkinci taş heykeli düşündüğü gün, kendisini ilk kez iyi hissettiği gün oldu. Orada bir başkası vardı!

Ve sabah uyandığında bir kitap buldu başucunda: “HEP KAVGAYDI YAŞAMIM!”