Kadın

Perşembe’nin Delileri; Plaza De Mayo Anneleri

Plaza De Mayo anneleri “çocuklarımızdan, torunlarımızdan, babalarımızdan haber alamıyoruz” yazılı pankartlarıyla kameraların önünden geçtiler...

 

Toprak CEMGİL

60’lı yılların sonu ve 70’ler, Latin Amerika’da birçok derin dönüşümün yaşandığı yıllardı. Hatta Arjantin’de sabah erken kalkanın darbe yaptığı dönemlerdi. Kapitalizmin gelişimine paralel olarak kent ve kır nüfusunda ciddi altüst oluşlar, sınıfsal bileşimin hızlı değişimi, bu dönüşümün nesnel zeminiydi. ABD’nin yeni sömürgesi durumundaki bu ülkelerde anti emperyalist mücadeleler burjuva iktidarları hedef alan toplumsal mücadelelerle birleşiyor, gerek sol reformist güçler, gerekse silahlı devrimci alternatifler hızlı bir yükseliş gösteriyordu. Birçok ülke de Allende gibi halkçı, antiemperyalist hükümetler olmuştu. Silahlı kent gerillası tipindeki örgütlerin militanları her bir ülkede on binlerle sayılacak hale gelmişti. Kıta çapındaki bu gelişmeler, Latin Amerika’da başlıca egemen emperyalist güç olan ABD bakımından da ciddi kaygılar yaratıyordu.

Emperyalist kapitalist dünya sisteminde de Soğuk Savaş kapsamında oluşturulan dengelerin ciddi bir tıkanmayı aşmaya çalıştığı bir dönemdi. Toplumsal mücadelelerin ve özellikle de silahlı devrimci seçeneklerin böylesi toplumsal dayanak sahibi olduğu koşullar altında Latin Amerika ülkelerinde ekonomik ve toplumsal sürecin bu dünya koşullarına uygun örgütlenmesi imkansızdı. Tersinden bu tıkanma sürecinin işçi sınıfı ve emekçilerin mevcut sosyal, siyasal ve ekonomik kazanımlarının gasp edileceği sermayeye sınırsız özgürlük politikalarıyla aşılabileceği gerçeği, büyüyen halk hareketlerini de tavizlerle yatıştırma olanaklarını ortadan kaldırıyordu.

Emperyalist kapitalist dünya sisteminin ve kıtada devrim-karşıdevrim arasındaki ilişkilerin bu tablosu çerçevesinde Latin Amerika’da ardı ardına askeri faşist darbeler patlak vermişti. 1973’te Şili’deki Pinochet darbesini diğer ülkeler de izlemişti. Faşist askeri darbelerle iktidara gelen cunta hükümetleri; “terörizme karşı” savaşı kıta çapında ve ABD elebaşılığında (veya şefliğinde) ortaklaştıran Operacion Condor (Akbaba Operasyonu) kapsamında istihbari ve askeri destek ve dayanışma içine de girmişlerdi.

Arjantin’de de durum kıta genelinden farksız değildi. Geniş işçi ve emekçi kitleleri derin toplumsal dönüşümler için sokaklara çıkmaya başlamışlardı. Grevler ve direnişler bu dönemde birbirini izliyordu. Dahası, devrimci güçler bu mücadeleler içinde kök salmış, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere derin bağlar geliştirmişti ve silahlı kent gerillası biçiminde örgütlenerek sınıf mücadelesinin en ileri biçimlerini etkin biçimde büyüyen ve genişleyen halk hareketinin hizmetine sokuyorlardı. Yapılan en ufak ekonomik ve siyasi reformlar dahi devrimci mücadelenin gelişimine yarıyordu. Ayrıca özellikle PRT-ERP’nin benzer çizgideki örgütlerle içine girdiği Devrimci Koordinasyon Cuntası (JCR) aracılığıyla kıtasal çapta koordinasyon arayışlarında devrimci mücadele ciddi bir stratejik mevzi kazanıyordu. Sol peronist gerilla kuvvetleri git gide Peron çizgisinden uzaklaşırken, general Peron’un temsil ettiği ana akım da kendi soluyla bağlarını kopararak hızla daha da gericileşiyordu. 1973’te sol Peronistleri hedef alan Ezeiza katliamı bu anlamda bir dönüm noktası olmuştu. Peron ve ekibinin, 40’lı yıllarda olduğu gibi işçi ve emekçileri büyük tavizler ve iyileştirmelerle yönetmesinin maddi koşulları artık yok olmuştu. Hükümetteki Isabel Peron halk tarafından sevilmiyordu. Hükümeti döneminde bir kontgerilla örgütlenmesi oluşturarak devlet terörü yaygınca devreye sokmasına rağmen yükselen devrimci girişimle başa çıkamamış, diğer taraftan işbirlikçi burjuvazisinin değişik klikleri arasındaki çatışmalar da şiddetlenmiş ve hükümetin krizini derinleştirmişti.

 

Cunta Yılları

 

Arjantin’de 24 Mart 1976’da Isabel Peron hükümetini deviren askeri faşist darbe ile başlayan cunta iktidarının resmi adı “Ulusal Yeniden Örgütlenme Süreci” idi. Bu sürecin ilk cuntası general Videla’nın şefliğinde general Orlando Ramon Agosti ve amiral Emilio Massera’dan oluşuyordu. Bunu faşist generaller Viola, Galtieri ve Bignone’nin yönetimindeki üç farklı cunta hükümeti izledi.

1976 darbesiyle birlikte mevcut anayasanın üzerinde hükme sahip ve anayasal nitelikte dört temel belge yürürlüğe girdi, böylece anayasa fiilen askıya alındı. Bu dört belge “yeniden örgütlenme süreci”nin amaçları, programı, iç tüzüğü ve cunta başta olmak üzere yasama, yürütme ve yargı organlarının kurumsal işleyişini düzenliyordu.

Tüm siyasi partilere ve sendikalara müdahale edilmişti bu dönemde. Tüm kilit noktalara askerler atanmıştı. Eski hükümetin kadrolarının önemli bir bölümü ‘4 bini aşkın kişi’ yolsuzluk suçlamasıyla tutuklanarak tasfiye edildi. Cuntanın ilk işlerinden biri Peron döneminde işçi sınıfı ve emekçilerinin kazandığı her türlü hakkı gasp etmek oldu. Binlerce kitap yakıldı. Gabriel Garcia Marquez ve Neruda’nın kitaplarından, çocuklara sevgi ve paylaşımı aşılayan masal kitaplarına kadar çok sayıda kitap yok edilmişti.

Cunta yönetimleri faşist devlet terörünü devreye koyarak büyük bir vahşet uyguladı. 1976-83 yılları arasında 4 ayrı cuntanın birbirini izlediği kesintisiz askeri faşist diktatörlük döneminde 30 bin devrimci ve muhalif kaybedildi. 10 bin devrimci ve muhalif katledildi. 500 bin kişi de sürgüne gönderildi. Katledilen ve kaybedilenlerin ana gövdesini PRT-ERP ve Montoneros gibi silahlı devrimci örgütlerin kadro ve sempatizanları oluştursa da; reformist sendikacılardan, darbeye “eleştirel destek” tutumu alan Komünist Parti’ye dek tüm ilerici, antifaşist ve burjuva demokratik güçler bu devlet terörünün kurbanları oldu.

Faşist general Jorge Rafael Videla durumu; “Arjantin’de barışı tesis etmek için ölmesi gereken herkes ölecektir” sözleriyle, insan avını açıklıyordu. Ülkede insan hakları ihlalleri olduğuna dair uluslararası basında sesler yükselmeye başladığında ise “insan da biziz, hak da biziz” açıklamasıyla ünlüydü general Videla!

Arjantinde bu dönemlerde resmi belgelere göre 364, demokratik örgütlenmelerin verilerine göre yaklaşık 600 gizli işkence merkezi kurulmuştu. Bunların en belli başlıları Campo de Mayo, ESMA (donanma okulu) ve La Perla idi. Bunların her birinde binlerce kişi kaybedilmişti. Kaybedilenlerin önemli bir bölümü, aylar ve kimi durumlarda yıllar süren işkenceli sorgulardan sonra uçaklarla 15-20 kişilik gruplar halinde okyanusa atılmışlardı. Uyutularak denize atılmalarının Hıristiyan dinince en iyi yöntem olduğunu vaaz eden ise Katolik kilisesinin bizzat kendisiydi. Askeri helikopterler yıllar boyunca sürekli okyanus kıyılarında alçak uçuşlarla cesetlerin kıyıya vurup vurmadığını kontrol ettiler. Hamile kadınlar işkence merkezlerinde doğum yaptıktan sonra kendileri okyanusa atılırken, çocukları alınarak zenginlere ve askeri ailelere evlatlık olarak verilmişlerdi. Kaybedilenlerin yüzde %40’ı kadın, bunların %10’u hamileydi!

 

Sessizliği Parçalayan Çığlık; Plaza De Mayo Anneleri

 

Uruguay’lı yazar E. Galeano “Tepetaklak” isimli kitabında genç bir kadının acısına değinirken, “bu acı bana annemden kalmış, ona da annesinden” cümlesiyle acının/isyanın ve öfkenin farklı bir tarifini de dile getirmekteydi. Arjantin’in tarihine kirli savaş olarak geçen 1976-1983 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde, darbeyle ülke yönetimini ele geçiren generaller “ulusal uzlaşma süreci” adı altında devasa insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiler. “Gözaltı Kayıpları” kavramı da, darbenin hemen ardından Arjantin halkının yaşamına girdi. Bu dönemde hapishaneye konanlar hariç en az otuz bin insanın kaybedildiği kayıtlara geçmiş durumda. Ülke de her şey Hıristiyan değerlerini korumak ve komünizmi engellemek adı altında yasaklanmıştı. Sokaklarda iki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşması suçtu! Ancak 1977’de bir grup anne hükümet binası önünde bulunan Plaza De Mayo’da her şeyi göze alarak bir araya gelmeye başladılar.

13 Nisan 1977 günü hükümet binasına yüz metre uzaklıktaki Plaza De Mayo’da on dört anne bir araya gelmeye başladılar. Buradaki meydanda toplu halde durmak yasak olduğu için burada toplanan anneler, meydanın ortasında bulunan primadin etrafında tur atmaya başlamışlardı. On dört anne ile başlayan bu tur atma yürüyüşleri, aynı yılın sonunda üç yüzü buldu. 15 Ekim 1977’de kayıplar için toplanan 24 bin imzayı başkanlık sarayına teslim etmek için harekete geçen yüz anneyi polis cop, kalas ve göz yaşartıcı bombalarla dağıttı. 8 Aralık 1977’de aralarında bir Fransız ve dokuz Plaza De Mayo annesinin de bulunduğu bir grup uluslararası insan hakları günü vesilesiyle La Macion gazetesine ilan vermeye gittiler. Anneler ilanı gazeteye verdikten sonra geri dönerlerken kaçırıldılar. Bu kaçırma operasyonundan birkaç gün sonra, bir kaçırma olayı daha yaşandı. Plaza De Mayo annelerinin örgütleyicisi ve lideri durumundaki Azucena de Vicenti, Buenos Aires yakınlarında, yanında bulunan biriyle birlikte kaçırıldı. Plaza De Mayo annelerinden başkaları ile avukatları da kaçırılarak kaybedildi. Cunta hükümeti annelere karşı “Perşembe Delileri”, “Teröristlerin Anaları” söylemini kullandı. Sayıları giderek arttı, birçok soruşturmaya ve dayağa maruz kaldılar, ancak başlarına beyaz başörtülerini takıp meydana çıkmaktan vazgeçmediler. Tüm dünya onları bu şekilde tanıdı!

1978 Aralık ayında kayıp yakınlarının eylemleri ve toplanmaları kesin olarak yasaklanınca, kiliseler de toplanmaya başladılar. 1978’deki Dünya Kupası maçları Arjantin’de yapıldı. Anneler bu olayı seslerini dünya kamuoyuna ulaştırma da bir araç olarak kullanmaya çalıştılar. Kupa dolayısıyla pek çok yabancı basın mensubu Arjantin’de bulunmaktaydı. Plaza De Mayo anneleri “çocuklarımızdan, torunlarımızdan, babalarımızdan haber alamıyoruz” yazılı pankartlarıyla kameraların önünden geçtiler. Bu cunta şeflerinin hoşuna gitmedi. Çok kısa bir süre sonra Kayıp Yakınları Komisyonu savunan avukatların çoğu kaçırıldı. Dolayısıyla onların adı “kayıplar” listesine eklendi. Cuntanın 1982’de Falkland savaşını fırsat bilerek anneleri “hain anneleri” olarak damgalama girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. 1981’de düzenlenen “Barış, Emek ve İş” yürüyüşüne katılan elli bin kişi, anneleri destekleyen sloganlar attılar. 1982 Şubat’ında başkanlık sarayının önünde düzenlenen yürüyüşe ilk kez sendikalara ve yine annelerin başını çektiği; “Askeri Diktatörlük Sonuna Yaklaştı” gösterisine on beş bin kişi katıldı. 1983 yılında Arjantin’in Falkland Savaşını kaybetmesi askeri cuntanın devrilmesine yol açtı. Cunta sonrasında kurulan Alfonsin hükümeti “toplumsal barış”ı sağlamaya yönelik soruşturmalar başlattı. Bu soruşturmalar sonucunda cunta şefi General Videla ve amiral Emilio Massera ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Ancak darbe sırasında insan hakları ihlallerinden sorumlu olan pek kişi o dönem serbest kaldı. Ülke normal yönetimine kavuştuktan sonra yapılan araştırmalar kayıpların çok öldüğünü ve cesetlerinin yol edildiğini ortaya çıkardı, yine de anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler. Devlet Başkanı Nestor Kirchner’in cuntayı yargı karşısına çıkarma sözünü ve yaşlarının 77-93 arasında değiştiğini göz önüne alan anneler, yirmi beş yıldır Buenos Aires’teki başkanlık sarayı önünde, her Perşembe yaptıkları yirmi dört saatlik yürüyüşlerinin sonuncusunu 2006’nın Ocak ayında gerçekleştirdiler. Son yürüyüşlerine çok sayıda insan hakları savunucusu ve sanatçının eşlik ettiği anneler, evlatlarının akıbetinin aydınlığa kavuşması için mum yakma eylemini sürdürüyorlar ve insan haklarıyla ilgili başka kampanyalara destek veriyorlar. Bu tür bir kampanyanın mevcut şartlarda örgütlenmesi tamamen bir vicdan meselesidir. Dolayısıyla kendi bedenlerinden başka hiçbir gücü olmayan annelerin başlattığı kampanya hakkında bir değerlendirme yapmak çok güç. Bir grup annenin neredeyse tüm olumsuz şartlara ve zayıf yönlerine rağmen harekete geçmesi tamamıyla etik bir duruşun ifadesidir. En güçlü yanlarını en zayıf yönlerinden almışlar. Tüm olanaksızları olanak haline getirmişlerdir. Bu kampanyalar tamamen klasik yöntemlerle örgütlenmişti, günümüzdeki kampanyalarla kıyaslamak mümkün değildir.

Arjantin’de yaklaşık yedi yıl süren cunta yönetiminin insan hakları sabıkası otuz bin kayıptan ibaret değildi. İşkence, yargısız infazlar, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar vardı. İnsan hakları grupları Arjantin’de kirli savaş dönemi sırasında gizli işkence merkezlerinden, yeni doğan yaklaşık dört yüz bebeğin kaçırıldığını ve asker aileleri ya da yakınları tarafından yasa dışı yollarla evlat edinildiğini tahmin ediyor. Arjantin’deki kirli savaş dönemindeki ihlaller doğal olarak kampanyanın amaç ve hedeflerini de belirlemiş; Kayıpların Bulunması! Bunun dışında cunta tarafından gerçekleştirilen ihlallerin tüm gerçekliğiyle su yüzüne çıkarılması ve tüm bu acılara sebep olanlardan hesap sorulması amaç ve hedef olarak belirlenmiştir.

Bu direniş döneminde bilgi ve veriler bizzat annelerin kendilerinde bulunuyordu. Zira anneler tüm olayları birebir yaşamışlardı. Ayrıca ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeyde çalışan insan hakları örgütleri bu süreçte annelere destek vermiştir. Anneler kendi içlerinde oluşturdukları ağlar yoluyla elde ettikleri bilgileri birbiriyle paylaştırmışlar ve listeler oluşturmuşlardı. Kampanyanın en önemli materyali, Plaza De Mayo Annelerinin üstlerinde kayıpların isimlerinin yazılı olduğu beyaz başörtüleridir. Kayıpların fotoğraflarını yapıştırdıkları dövizler, pankartlar ile Plaza De Mayo Annelerinin tarihçelerini, mağdurların isimlerini ve fotoğraflarını, tanıklıkları, arşiv niteliğindeki diğer bilgileri ve eylemlerini duyurdukları web sitesi diğer materyalleridir.

1977’de on dört annenin başlattığı kampanya sonraları örgütlü bir hal almıştı. Arjantin’deki Dünya Kupasından sonra 14 Mayıs 1979 tarihinde, Plaza De Mayo Anneleri Derneği kurulmuştu. Bu tarihten sonra direniş dernek tarafından sürdürülmüştü. İnsan hakları ve kadın örgütleri bu derneğe destek vermişti. 1980’lerde tekrar meydanlara dönmeleriyle birlikte anneler bir kez daha ordunun ve polisin şiddetli baskılarıyla karşılaşmışlardı. Yalnız bu kez etkinlikleri sayesinde giderek seslerini daha çok duyuran anneler, uluslararası sempati ve destek gruplarına erişmişlerdi.

Plaza De Mayo Anneleri bu soluksuz ve cefalı mücadeleleriyle 1992’de uluslararası Sakharov Düşünce Özgürlüğü ödülünü almışlardı. Ardından 1999 yılında daha önce Mother Teresa ve Paulo Freire’ye verilen Unesco Barış eğitimi ödülünün 19’su Plaza De Mayo annelerine verilmişti. 10 Aralık 2003’te ise Plaza De Mayo büyükannelerinin Başkanı Estela Barnes de Carlotto, Birleşmiş Milletleri insan hakları ödülünü almıştı. Ülkede askeri diktatörlük dönemine yönelik yargılamalar yeni devlet başkanı Christina Fernandez döneminde büyük hız kazanmıştı. Arjantin’de 1976-1983 yılları arasındaki askeri faşist diktatörlük döneminde işkence merkezi olarak işlev gören başkent Buenos Aires’teki Donanma Mekanik Okulu (ESMA), devlet başkanı Christina Fernandez de Kırchner’in kararıyla 2009 yılında Birleşmiş milletler insan haklarının teşviki merkezine dönüştürüldü. Yaklaşık beş bin solcu tutsağın işkence gördüğü ve tamamına yakınının katledildiği merkezde insan haklarının geliştirilmesine yönelik program ve projeler yürütülmesi kararlaştırıldı.

Plaza De Mayo anneleri dünyaca ünlü sanatçılardan da destek almışlardı. İngiliz şarkıcı Sting, Buenos Aires’te uluslararası af örgütünün konserinde “They Dance Along” (Onlar Yalnız Dans Ediyor) şarkısını, İrlandalı rock grubu U2 ise 1987’de “Mothers of Disappeared” (Kaybedilenlerin Anneleri) adlı parçalarını Plaza De Mayo annelerine adamışlardır. U2’unun 1998’de Buenos Aires’te verdiği konserde Plaza De Mayo anneleri de sahneye çıkmış ve müzik devam ederken izleyicilerle birlikte tek tek çocuklarının adlarını saymışlardı. Arjantin’deki gözaltı kayıplarına ve Plaza De Mayo annelerine destek olan sanatçılardan bir tanesi de İnti Illimani grubudur. Onlarda “o denizden geldi” adlı parçalarında, Arjantin’de cunta döneminde yaşanan insanlık dışı tüm uygulamaları anlatmaya çalışmışlardır. Özellikle bu şarkı da; cuntacıların tutsaklara uyuşturucu iğne yapıp helikopterler-uçaklarla denize atıldıkları anlatılmaktadır. Joan Baez’de 1982’deki “There But for Fortune” (Orada Ama Şans İçin) adlı belgesinde Plaza De Mayo annelerine yer vermiştir.

 

Perşembenin Delileri ve Dünyanın Cumartesi Anneleri

 

“… merhaba anne! Beni aradığın yerdeyim… Her Perşembe Plaza de Mayo’da, her Cumartesi de Galatasaray’dayım…

Ne garip bir toplum ki, yıllarca söylediklerimizi inkar etti; şimdi katillerine ve suç ortaklarına inanıyor. Ama evet canım, artık hiç kimse gerçeği söylediğimizi inkar edemez. Sana, seni sevdiğimi, seni yüreğimin baş köşesinde yaşattığımı; onlar seni öldürmek istedikçe, listeleri ve mezarları sordukça, her zamankinden daha canlı olduğunu hissettiğimi söylemek istiyorum. Bir konferansta, radyoda veya herhangi bir yerde söyleşirken, oradaki gençlerin her birinin beyninde ne kadar yer kapladığını görüyorum. Hepsi senin nasıl biri olduğunu, düşüncelerini bilmek istiyor. Çoğu senin söylediğin şarkıyı söylüyor ve senin istediğin şeyleri benimsiyor.

Şimdi pişmanlık duyan bütün ipsiz katiller, beni senin öldüğüne, tamamen öldüğüne ikna etmeye çalışıyor ve ölümüne karşılık bana para ödemek istiyorlar. Onlara küçümseyerek bakıyorum. Neden biliyor musun? Çünkü onlara senin gözlerinle bakıyorum, senin sesinle konuşuyorum. Doğduğun gün, seni doğurmak için rahmim açıldığında çok sevinçliydim. Sürekli seninle konuştum. Doğumdan sonra çok yorgun düşmüştüm ama uyuyamadım; çünkü seni kucağımda tutmak istedim, seni seyretmek ve hep güçlü, kuvvetli ve dinç tutmak istedim. Neden sana yazma ihtiyacı duydum, bilmiyorum. Belki de aylarca her sabah giderek yükselen sesinle “merhaba anne!” deyip beni uyandırdığın için! Seni yaşatmaya devam etmek için neler yaptığımı bilemezsin. Yaşatmak ne güzel bir şey, onca insan ölümden söz ederken…

Beni senden çalmalarına izin verme… beni tekrar doğur, yüreğinle, yumruğunla ve inatçılığınla… beni aradığın yerde olacağım… Evet anne, ben seni yine burada bekleyeceğim… yerimiz belli; kalplerde bir yerde! Her Perşembe Buenos Aires’te, her Cumartesi İstanbul’da…”

Jo Fisher “Perşembenin Delileri” kitabında yukarıdaki cümleleri yazarken; acının coğrafya tanımadığını ve bütün kayıp analarının yüreğinin bir yangın yeri ve mücadele azmi olduğunu vurguluyor. Fisher’in de anlatmaya çalıştığı gibi aranan her kaybedilenin aslında aranıldığı yerde olduğunu ve ipsiz katillerin kendisini gizleyemediğini artık gayet iyi bilmektedir tüm dünya! Aranılanın arandığı yer değildir; Plaza De Mayo ya da Galatasaray… Onlar zaten ordadır!